Aras K. : Cezaevlerinde neden hiç Şair yok?
Eren B.: Cezaevlerine belediyeler bakmadığından olsa gerek ("şairlerin
belediyeciliği" maddesi), daha çok oralar polis tutukevine dönmüş durumda.
Kürtlerden Türkçede iyi şair çıkmıyor bir de. Çıkmaz diye değil, çıkamıyor.
Somut baskı dili massediyor herhalde. Nâzım Hikmet bile ulusal yanaşmalarına
rağmen yıllarını cezaevlerinde, sürgünlerde geçirmedi mi? Kimseyi cezaevine
tıkma ya da başkası adına konuşma isteğimiz yok, ama böyle bir iktidar
yapılanmasında bir göstergedir değil mi şairin "şiir günleri"ndeki
absürdlüğü? Haaa üç-beş anarşisti tutuklamışlardı onları da salıvermişler
zaten.. Sen ne diyorsun bu işe?
Aras K. : Uslu şairler çok fazla. Bir de kendine aktivist diyen ve
pop-muhalefet yapan ama muhalif olduğu şeyle aynı masada oturan adamlar var.
Hepsi can sıkıcı durumlar ama eskiden, yani içeri düşmeden şair olunamayan
yıllarda da durum pek iç açıcı değildi. Mesela yıllarca Nevzat Çelik'in kötü
bir şair olduğunu söyleyen çıkmadı. Bu biraz vicdani bir şeydi sanırım. Yani
"yahu adam hapislere düşmüş nasıl estetik bakalım olaya" türünden bir
bakış açısı oluştu. Bir de şöyle bir fark daha var sanırım, eskiden
"devrim" için ya da devrime duyulan romantik özlem için hapislere
düşülürdü. Bugün ortada daha karışık durumlar var. Mücadele edilen şeylerin tam
bir görüntüsü, net bir tanımı var. Bu kadar gerçekçi bir şeyin şiire dönüşmesi
kolay olmayabilir. Bir de eski Cezaevi sisteminde bir şair bir başka şairle
aynı cezaevine düşer, işte orada gelişir, bir anlamda "içeride" şair
olurdu. Ama bu F tipi, ve diğer alfabetik Cezaevi sistemleri bu ilişki
modelinin ortadan kalkmasına sebep oldu. Bunlarla beraber uslu da olsa,
devrimci de olsa, anarşist de olsa şu mesleki "şair" sıfatı çok
rahatsız edici. Var değil mi böyle bir meslek? Kütük kaydı olmasa da var.
Eren B. : Kütük kaydı
ilginç, sadece şairler için değil, şiir için de... Türk şiirinin soykütüğü daha
yazılmadı henüz. Biraz kütük meselesini yamultarak yolumuza devam edelim.
Bu coğrafi dil alanının (ülke-vatan-toprak teriminin daha sınırlı kaldığını,
yok edilen dilleri, sürülen insanları ve komşulukları aklımızda tutarak ) bir
soykütüğü lazım. Türkiye’de sosyal bilimlerin gelişmesine de engel oldu bu
sınırlı dil havzası. Suriye'yi Fransız akademisinden, İran'ı Amerikan
kaynaklarından öğrenmek zorunda mıyız? Bu zorunluluğu yaratan iktidar
yapısını analiz etmemiz lazım. Dil Devrimi, bu noktada yeni bir şairi yaratan
bir süreç çünkü.
Meslek olarak şairliği sanırım k. İskender kullanırdı.
Şairlik belki de en çok meslek olamayacak tek iş-güçlerden birisi. Ama ne yazık
ki işte şair, ontolojisini şairliğe saplıyor. Şairin ontolojisi şiirin tedirgin
edici, muğlak, açık alanıdır. Moğol bozkırlarını düşün mesela… Bir şeylerin
karışması sorun değil, o karışıklıkta senin açtığın patika önemli. Bak bir şair
duruşundan elbette söz etmiyoruz.
Aras K. : Aslında bir
korku var. Ontoloji gerçekten de tedirgin edici, muğlak ve açık alan olmalı ama
oraları araştırmayı seven pek fazla insan yok. Bu işte, bir korkuyla ilgili.
Düz çizgileri seviyoruz. Kırılmalar, kopmalar, delikler hoşumuza gitmiyor.
Çünkü o bozukluklara ulaşmak biraz da şair ceketini çıkarmaktan geçiyor. Tespit
edebildiğim kadarıyla bu kırılma ve kopmaları Türkçe şiirde Mustafa
Irgat ve Ece Ayhan başarabildi. Onların şair olmak vs. gibi dertleri yoktu. Bu
yüzden gidebilecekleri kadar uzağa gittiler. Onların korkusuzlukları
diğerlerinin konformizmini su yüzüne çıkardı. Diğerleri problemleri çözmek hem
de şiirle çözmek gibi anlamsız bir şeyin peşinden koşarken onlar asıl değerin
problem çıkarmak olduğunu, gelişimin bu şekilde olabileceğini gösterdiler. Bu
bozuk alanlara seyahatin aya seyahatten bile daha önemli olduğunu
gösterdiler.
Eren B. : Şairin asıl eyleyiciliği problem çıkarmak diyince Alain
Badiou’nun filozof ve felsefe yapma hakkında söyledikleri aklıma geldi:
“Felsefe, her şeyden önce yeni sorunların icadıdır.” Şairin sorun çıkarma
kapasitesi gerçekten sınırlı. İkinci Yeni’nin hiç değinilmeyen kapasitesi de
budur. Cumhuriyetin arzularını alaşağı eden bir şiir. Dilde, işte, fikirde
ayrılık desek İsmail Gaspıralı’nın tersine. Bir tür bağbozumu. Mevsimsiz bir
şair, Nietzsche felsefesinin mevsimsizliği gibi.
Aras K. : Ben bu “sorun
çıkarma gerekliliği” diyebileceğimiz şeyin yeniliği ortaya çıkarabilecek tek
kriter olduğunu düşünüyorum. Şiir özelinde de, kendi söyledikleriyle,
biçimiyle, başta kendi yapıp etme kudretiyle ilişkili bir sorunu olmalı şiirin.
Yine Badiou felsefenin şiirle olası üç ilişkisinden (düşünce olarak)
bahsederken tanımlayıcı rekabet,
argümanlaştırıcı mesafe ve estetik bölgesellik kavramlarını ortaya koyar.
Bu üç kavram içinde felsefenin şiiri dışladığı argümanlaştırıcı mesafe durumu bu sorun çıkarma hamlesinin ilk
adımı olabilir. Somut bir ilişki yerine hem felsefenin hem de şiirin
birbirlerini dışlaması ve verili durumlarını reddetmesi belirli bir ilişkinin
zeminini oluşturabilir. Kurulacak ilişki modeli de yine düşünce bazında
“göçebe” bir ilişki olabilir. Böylece mesafe
bir aralık haline dönüşür ve o aralıklardaki delikler, kırılmalar ya da
kopmalar başka odalarda, süreksiz, sorunlu ama bir o kadar da yenilikçi
durumlara kapılarını açabilir.
Eren B. : Şair kadar şiir için de bir çeşit kırılma anları,
kopmalar, boşluklar arıyoruz nedense. Dilin de bir sınırı olduğunu seziyorum bu
söylediklerimizden. Görsel olanı nereye koyuyorsun peki? Bir imajla
düşündüğümüzü farz etsek, şiirin bir imaj gibi işlemesini.. Başka türlü bir
şiir yazma işlevi de diyebilir miyiz, bilemiyorum. Direkt sinemaya kaçabiliriz
ama, düşünce-sineması ya da düşünce-şiiri kurcalamayı düşünüyorum.
Aras K. : Sanırım bütün
bunları yapabilmek için ilk önce düşünmeye başlamamız gerekiyor (Heidegger olsa
gerek: “Henüz düşünmüyoruz”). Düşünce-sineması dediğinde ise benim aklıma
Rivette gelir. Onda hep bir düşünce - öykü akışı vardır. Bir öyküyü oluşturmak
ya da aktarmak değil bir öykü üzerine düşünme deneyimini aktarmak. İmaj’a
başvurulduğunda bu deneyimi oluşturmak daha kolaydır belki. Bir düşünce
deneyiminin başlatılması ve arkasının getirilmesi zaten olağanüstü bir şey. Bir
de bunu alıp “aktarma” gücüne sahip olan insanlar var –ki sanırım sayıları
epeyi azdır-. Ama düşünce-şiiri dediğimizde benim aklıma kimse gelmiyor
maalesef. Senin aklına gelen kimse var mı?
Eren B. : Türkçe şiirde İkinci
Yeni akımı bunun ilk adımı tabii ki. Ece Ayhan düşünce-şiir’de en başından beri
orada ve belki bambaşka şair olarak Hölderlin gelebilir. Kestiremediğimiz bir
şiir evrenleri var. Yaşamın, var-olmanın o verili mazmunlarını söküp atacak bir
şiir, tıpkı düşünce gibi. Düşünceyi, ideolojinin alanından ayıracak ve
olumlayacak bir imkân. Düşüncenin en büyük engeli ve yaratıcısı olarak dile
karşı bir mücadele.
Eren Barış - Aras Keser (Behçet 1 - Kasım 2012)