31 Mayıs 2013 Cuma

Ankara'dan Dönemeyen Bir Adamın Türkçe Meali









Kesin varsın bunu Ankara gibi değilse de gördüm İzmir
Ellerimi eller mi eller dediğim sizinle eve geldim sıcak o sıcak
Bana sıcak olduğunuzu teşekkür ederek belirtip bir şarkı patlatıyorum
Şarkı eşliğinde patlamaya devam ederken kapımıza üç kişi ah vuruyorlar
Kafamıza vuruyorlar ben özgün bir şekilde yıkılıyorum sende alkışlar


Uyumuşuz gibi kanlar var yanımız başımız otobüs çalıyorum senden
Sen kollarımı benden ortamıza alıyoruz dünyaları bende her şey var ama
Yetmiyor çocuk çarpıyoruz alnımıza halimize gülüp imparatorluğu yıkıyoruz
Hayat gerçekten etkileyici biz bütün çocukları ikiye yırtarak anlıyoruz
Onunla öpüşüyoruz senin telefonun var telefonun nasıl ya çalıyor
Belki de çok sevdik öpüşmeyi onunla sen konuştukça yeni imparatorluk
Pencereden atlayıp çoğalıyoruz sana 3400 günümü ayırabilirdim bana


Her şeyden sonra yuvamız yıkılıyor çocuğlar perişan okumuyorlar
Bu çocuklar gazeteyle pata küte vurarak okuyacak lan şeklinde
Niğde yakınlarında bir adam vuruyorum adam böylece hayatımızda
Vurulan adamlarla yaşıyoruz seninle yaşıyoruz şimdi onlar öpüşsün
Bırak onlar öpüşsün ben sana on kilo Rimbaud çeviririm Dancadan
Gözde gelir sonra Çanakkale’de yalı hanı var onu ben orada
Aramıza onu da alıp öpüştüğümüz kişilerden bir meydan
Uyuduğumuz kişilerden bir katedral vurduğum Niğdeli yerde
Onun için de halatlarını halatlarını bir saniye kesip ormanların
İndiğimizden beri olan diğer şeylerle iyi gideriz şimdi bir Ankara’ya
Bu Ankara’da daha başka odalar ama bak burada kışlar yeniden başlar
Kapıları açınca karşımızda tam üç kere durarlar duvarlağ duvarlar


Aras K.

30 Mayıs 2013 Perşembe

Rus Uzay Kalemi










size karşıdan karşıya geçmeyi öğretmişlerdir
bize gülten diye hak ettiğimizi veremeyenler
polietilen kapların içine neler koyacağınızı
nerde heves başlar damak ata nasıl bulanır
kusura bakmadan olur öğretmişlerdir
bana bütün irlanda golfstream ile yıkanıyor dediler
cesedi beş yıldır televizyonun karşısında oturuyormuş
sormazsan cevabı ya tahakküm ya duman
otobüs afyon’dan geçseydi söylerdik dediler

geliyorum tarık pelerini kapıya ört
bir huzur var içimde
sana karşıdan karşıya geçmeyi öğretmişlerdir



Cansu Hepçağlayan

Behçet -2 - (Nisan 2013)

21 Mayıs 2013 Salı

Kıssa Devre Konuşmalar (1)




Aras K. : Cezaevlerinde neden hiç Şair yok?

Eren B.: Cezaevlerine belediyeler bakmadığından olsa gerek ("şairlerin belediyeciliği" maddesi), daha çok oralar polis tutukevine dönmüş durumda. Kürtlerden Türkçede iyi şair çıkmıyor bir de. Çıkmaz diye değil, çıkamıyor. Somut baskı dili massediyor herhalde. Nâzım Hikmet bile ulusal yanaşmalarına rağmen yıllarını cezaevlerinde, sürgünlerde geçirmedi mi? Kimseyi cezaevine tıkma ya da başkası adına konuşma isteğimiz yok, ama böyle bir iktidar yapılanmasında bir göstergedir değil mi şairin "şiir günleri"ndeki absürdlüğü? Haaa üç-beş anarşisti tutuklamışlardı onları da salıvermişler zaten.. Sen ne diyorsun bu işe?

Aras K. : Uslu şairler çok fazla. Bir de kendine aktivist diyen ve pop-muhalefet yapan ama muhalif olduğu şeyle aynı masada oturan adamlar var. Hepsi can sıkıcı durumlar ama eskiden, yani içeri düşmeden şair olunamayan yıllarda da durum pek iç açıcı değildi. Mesela yıllarca Nevzat Çelik'in kötü bir şair olduğunu söyleyen çıkmadı. Bu biraz vicdani bir şeydi sanırım. Yani "yahu adam hapislere düşmüş nasıl estetik bakalım olaya" türünden bir bakış açısı oluştu. Bir de şöyle bir fark daha var sanırım, eskiden "devrim" için ya da devrime duyulan romantik özlem için hapislere düşülürdü. Bugün ortada daha karışık durumlar var. Mücadele edilen şeylerin tam bir görüntüsü, net bir tanımı var. Bu kadar gerçekçi bir şeyin şiire dönüşmesi kolay olmayabilir. Bir de eski Cezaevi sisteminde bir şair bir başka şairle aynı cezaevine düşer, işte orada gelişir, bir anlamda "içeride" şair olurdu. Ama bu F tipi, ve diğer alfabetik Cezaevi sistemleri bu ilişki modelinin ortadan kalkmasına sebep oldu. Bunlarla beraber uslu da olsa, devrimci de olsa, anarşist de olsa şu mesleki "şair" sıfatı çok rahatsız edici. Var değil mi böyle bir meslek? Kütük kaydı olmasa da var.

Eren B. : Kütük kaydı ilginç, sadece şairler için değil, şiir için de... Türk şiirinin soykütüğü daha yazılmadı henüz.  Biraz kütük meselesini yamultarak yolumuza devam edelim. Bu coğrafi dil alanının (ülke-vatan-toprak teriminin daha sınırlı kaldığını, yok edilen dilleri, sürülen insanları ve komşulukları aklımızda tutarak ) bir soykütüğü lazım. Türkiye’de sosyal bilimlerin gelişmesine de engel oldu bu sınırlı dil havzası. Suriye'yi Fransız akademisinden, İran'ı Amerikan kaynaklarından öğrenmek zorunda mıyız? Bu zorunluluğu yaratan  iktidar yapısını analiz etmemiz lazım. Dil Devrimi, bu noktada yeni bir şairi yaratan bir süreç çünkü. 

Meslek olarak şairliği sanırım k. İskender kullanırdı. Şairlik belki de en çok meslek olamayacak tek iş-güçlerden birisi. Ama ne yazık ki işte şair, ontolojisini şairliğe saplıyor. Şairin ontolojisi şiirin tedirgin edici, muğlak, açık alanıdır. Moğol bozkırlarını düşün mesela… Bir şeylerin karışması sorun değil, o karışıklıkta senin açtığın patika önemli. Bak bir şair duruşundan elbette söz etmiyoruz. 


Aras K. : Aslında bir korku var. Ontoloji gerçekten de tedirgin edici, muğlak ve açık alan olmalı ama oraları araştırmayı seven pek fazla insan yok. Bu işte, bir korkuyla ilgili. Düz çizgileri seviyoruz. Kırılmalar, kopmalar, delikler hoşumuza gitmiyor. Çünkü o bozukluklara ulaşmak biraz da şair ceketini çıkarmaktan geçiyor. Tespit edebildiğim kadarıyla bu kırılma ve kopmaları Türkçe şiirde Mustafa Irgat ve Ece Ayhan başarabildi. Onların şair olmak vs. gibi dertleri yoktu. Bu yüzden gidebilecekleri kadar uzağa gittiler. Onların korkusuzlukları diğerlerinin konformizmini su yüzüne çıkardı. Diğerleri problemleri çözmek hem de şiirle çözmek gibi anlamsız bir şeyin peşinden koşarken onlar asıl değerin problem çıkarmak olduğunu, gelişimin bu şekilde olabileceğini gösterdiler. Bu bozuk alanlara seyahatin aya seyahatten bile daha önemli olduğunu gösterdiler. 

Eren B. : Şairin asıl eyleyiciliği problem çıkarmak diyince Alain Badiou’nun filozof ve felsefe yapma hakkında söyledikleri aklıma geldi: “Felsefe, her şeyden önce yeni sorunların icadıdır.” Şairin sorun çıkarma kapasitesi gerçekten sınırlı. İkinci Yeni’nin hiç değinilmeyen kapasitesi de budur. Cumhuriyetin arzularını alaşağı eden bir şiir. Dilde, işte, fikirde ayrılık desek İsmail Gaspıralı’nın tersine. Bir tür bağbozumu. Mevsimsiz bir şair, Nietzsche felsefesinin mevsimsizliği gibi.

Aras K. :  Ben bu “sorun çıkarma gerekliliği” diyebileceğimiz şeyin yeniliği ortaya çıkarabilecek tek kriter olduğunu düşünüyorum. Şiir özelinde de, kendi söyledikleriyle, biçimiyle, başta kendi yapıp etme kudretiyle ilişkili bir sorunu olmalı şiirin. Yine Badiou felsefenin şiirle olası üç ilişkisinden (düşünce olarak) bahsederken tanımlayıcı rekabet, argümanlaştırıcı mesafe ve estetik bölgesellik kavramlarını ortaya koyar. Bu üç kavram içinde felsefenin şiiri dışladığı argümanlaştırıcı mesafe durumu bu sorun çıkarma hamlesinin ilk adımı olabilir. Somut bir ilişki yerine hem felsefenin hem de şiirin birbirlerini dışlaması ve verili durumlarını reddetmesi belirli bir ilişkinin zeminini oluşturabilir. Kurulacak ilişki modeli de yine düşünce bazında “göçebe” bir ilişki olabilir. Böylece mesafe bir aralık haline dönüşür ve o aralıklardaki delikler, kırılmalar ya da kopmalar başka odalarda, süreksiz, sorunlu ama bir o kadar da yenilikçi durumlara kapılarını açabilir.

Eren B. : Şair kadar şiir için de bir çeşit kırılma anları, kopmalar, boşluklar arıyoruz nedense. Dilin de bir sınırı olduğunu seziyorum bu söylediklerimizden. Görsel olanı nereye koyuyorsun peki? Bir imajla düşündüğümüzü farz etsek, şiirin bir imaj gibi işlemesini.. Başka türlü bir şiir yazma işlevi de diyebilir miyiz, bilemiyorum. Direkt sinemaya kaçabiliriz ama, düşünce-sineması ya da düşünce-şiiri kurcalamayı düşünüyorum.

Aras K. :  Sanırım bütün bunları yapabilmek için ilk önce düşünmeye başlamamız gerekiyor (Heidegger olsa gerek: “Henüz düşünmüyoruz”). Düşünce-sineması dediğinde ise benim aklıma Rivette gelir. Onda hep bir düşünce - öykü akışı vardır. Bir öyküyü oluşturmak ya da aktarmak değil bir öykü üzerine düşünme deneyimini aktarmak. İmaj’a başvurulduğunda bu deneyimi oluşturmak daha kolaydır belki. Bir düşünce deneyiminin başlatılması ve arkasının getirilmesi zaten olağanüstü bir şey. Bir de bunu alıp “aktarma” gücüne sahip olan insanlar var –ki sanırım sayıları epeyi azdır-. Ama düşünce-şiiri dediğimizde benim aklıma kimse gelmiyor maalesef. Senin aklına gelen kimse var mı?

Eren B. : Türkçe şiirde İkinci Yeni akımı bunun ilk adımı tabii ki. Ece Ayhan düşünce-şiir’de en başından beri orada ve belki bambaşka şair olarak Hölderlin gelebilir. Kestiremediğimiz bir şiir evrenleri var. Yaşamın, var-olmanın o verili mazmunlarını söküp atacak bir şiir, tıpkı düşünce gibi. Düşünceyi, ideolojinin alanından ayıracak ve olumlayacak bir imkân. Düşüncenin en büyük engeli ve yaratıcısı olarak dile karşı bir mücadele.



Eren Barış - Aras Keser (Behçet 1 - Kasım 2012)