1 -
Şiir dergiciliğinde eleştirel bir öncelikten ziyade bir “beğeni” önceliği var
diye düşünüyorum. Uzun zamandır bir şiir
dergisinin eleştirel bir kaygısı yok. 60-70 arası dönemde bir edebiyat-şiir dergisinin
önceliği eleştiriydi. Daha doğrusu biraz araştırdığımda tespit ettiğim şey bu.
Tabii bu durumun oluşmasında o dergilerin başında yürütücü pozisyonda bulunan
eleştirmenlerin olması büyük rol oynuyor. –Yeni
Dergi’de Memet Fuat ve Yordam’da
Hüseyin Cöntürk’ü kastediyorum aslında- Yine o dönemde Yordam dergisinin yazı yollamayan şairin şiirini de basmadığını
duymuştum. Güven Turan da bu durumu hatırlatıp şöyle demişti bir yerde: “İstanbul’da
şiirler yazılır, o şiirler üzerine bir yerde içilip konuşulur, sonra da
dağılırlar. Biz ise şiir üzerine yazıyorduk.” Bugün de benzer bir durum var
sanırım. Bence bugün şiir kamusunda, merkezde bulunan dergilerdeki İslamcı/Müslüman
şairler de şiir üzerine “konuşuyorlar.” (2000’lerin başında çıkan Atlılar ve Kökler’i bu söylediklerimden azade tutuyorum) Bir karşıtlık yaratma
çabasında değilim. 20 yıldır merkezde olanlar Müslüman şairler olduğu için
onlar üzerinden örnek veriyorum. Şu an şiir kamusunun çoğunluğu şiir üzerine sadece
“konuşuyor.” (Sadece konuşsalar gene iyi. Şiir dergilerinde “eleştiri” adı
altında Muhsin Yazıcıoğlu’nu “hürmetle andıkları” yazılarla “konuşuyorlar”(1))
Yazı yazan kimse yok. Genç şairler ise hepten berbat durumda. Her birinde bir
yanaşma, katılma, kabul edilme çabası var. Siz bir yazınızda -Ahmet Oktay’ın, o
dönem için “dokunulmaz” sayılan Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında söylediği sözlere
atıfta bulunarak- “Uzun zamandır 21 yaşındaki gençler 40 yaşındaki şairlere
böyle şeyler yazmıyorlar.” demiştiniz.(2)
Ben size neden yazmadıklarını açıklayabilirim: Çünkü herhangi bir şey yazmıyorlar.
Konuşuyorlar sadece. Ya da Twitter’dan küfür ediyorlar en fazla. Ben bunu da
makbul buluyorum. Ama bu konuşma hastalığının yazmayı durdurması bir boşluk
yaratıyor. 90’ların boşluk olma sebebi de bu bence. Dergiler –yine özellikle
İslamcı şiir-edebiyat dergileri- sadece konuştular. Geçmişe dönük bir sorgulama
ya da hesaplaşma dönemine girmediler. Yine benim tespit edebildiğim kadarıyla
bu hesaplaşma/sorgulama işini en son sizin de içinde bulunduğunuz Edebiyat Dostları dergisi, biraz da kırıp
dökerek yapmıştı. Siz bütün bu “güzel boşluk” içinde Natama’yı nerede görüyor
ya da konumlandırıyorsunuz? Natama’nın bir “konuşma” dergisi olmaması için, daha da
eleştirel bir yapıya bürünmesi gerekiyor mu?
Enis Akın:
Başlamadan önce bir süredir söyleşi taleplerini reddettim, açıklamam da şuydu:
Bütün enerjimi Natama’ya ayırıyordum, ancak son zamanlarda internet üzerinden
yapılan bazı kişisel saldırılara yanıt verme gereği doğdu, Natama dışı
suskunluğumu bu defalık bozuyorum.
“Natama’nın
bir ‘konuşma’ dergisi olmaması için” diyorsunuz, konuşmak kötü bir şey
değil, tabii dedikoduları, bitmeyen tiratları değil de karşılıklı edebi
konuşmaları düşünürsek. Bu anlamda evet, eleştirel kaygı dergilerden eksildi. Şimdi
internet zamanı. Eleştiri bildiğim tek diyalog türü, dolayısıyla eleştiri
eksilince diyalog da eksildi edebiyattan. Diyalogun olmadığı yerde bir
yalnızlık vardır en azından diye düşünebilirsiniz belki, ama bugün edebiyatta yalnızlık
da yok diyalog da yok; ne var? “Ortaya karışık” var.
Kimse
kimseyle diyalog içinde değil, ama kimse susmuyor. Uzun monolog atakları var
(panik atak gibi, geçirilen bir şey). Susmanın ve diyalogun bir ritmi olmalı,
işte o ritmi yitirmiş durumdayız. Bu yitirmeye dair bir olay anlatayım: Geçmiş Natama
sayılarından birinde bir şair, bir şiir yazısı yazıyor, güzel de bir yazı ve bu
yazıda birtakım şairlerin arasında kendinden yaşça büyük bir şairin daha adını
sayıyor. Adı geçen şair yazıyı okuduktan sonra tüitırdan yazarı buluyor ve
gösterdiği tepki: “Sen nasıl benim adımı sayarsın!” Ben çok şaşırdım.
Eleştiride ne zamandır kitabı basılmış, az çok bilinen bir şairden bahsetmek
için izin alır olduk? Adından bahsedilmesini istemeyen şiir yayınlamaz, dergi, kitap
çıkartmaz. Hoşunuza gitmeyebilir, yazıyı beğenmediyseniz eleştirirsiniz. Buyrun
“benden nasıl bahsedersin” konulu bir eleştiri yazın da edebiyat alemi ego
neymiş görsün. Özdemir İnce yıllar önce kendine yapılmış bir eleştiriye cevap
vermişti Radikal İki’de, ne güzel eğlenmişti Radikal İki editörleri. Pardon ama
burası kimsenin özel mülkiyetinde değil, adına kültür deniyor, mülkiyeti
üzerimizde olmayan yerlerde kimin bizden bahsedeceğine kimin bahsetmeyeceğine
karar veremiyoruz. Üstüne üstlük bunu internet üzerinden bizden yaşça küçük diğer
şaire hiç bildiremiyoruz. Bu, edebi bir davranış değil’i bırakın nazik bile değil,
“kişisel” bile değil. Susması gereken yerde konuşan, konuşması gereken yerde
susan bir insan türü oldu bazı edebiyatçılar.
Sosyal
medya insanlara “dünya kadar büyüğüm ben” yanılsaması veriyor. Zannediyorsunuz ki
bütün dünya kulak kesilmiş sizi dinliyor, hayır siz kendi kendinizle sohbet
içindesiniz, ama sosyal medya kendinizi sanki bütün dünyaya konuşuyormuş gibi
pozisyonlamanıza olanak veriyor ve bu çok iyi geliyor, grandiyöz ego. Ben de
herkes gibi adımı tarattığımda karşıma çıkanları okuyorum ama cevap verme
ihtiyacı duymuyorum. Herkes istediği kadar monolog yapabilir, kimse engel
olamaz, ama eğer birinin bana edebi açıdan kayda değer bir sözü varsa bunu
edebi açıdan kayda değer bir ortamda söylemesi ve bir zahmet adımla söylemesi lazım.
Yoksa kim ne dedi diye, açıkçası uzaktan fısıltıyla yapılan eleştirileri takip
edeceğim diye enerji harcayamıyorum. İnternette dünyayla konuşanların
gürültüsünden başka hiçbir şey duyulmuyor. “Dünyayla konuşan” diyorum, bitimsiz
monologlar, salgın kanaat ishali gibi başka adlandırmalar da mümkün.
Natama’da
yazdığım yazılar, sadece sonuncusu değil, tamamı neticede birilerini “görüyor”,
ister beğenilsin ister beğenilmesin bir diyalog arayışıdır. Sivri dilli
bulunabilir. Elbette. Dilinizi sivriltmezseniz zaten baştan herkesin kendini
dinlediği ortamın kurbanı oluyorsunuz. Bir diyalog gerçekleştiğindeyse kanalların
yıllardan beri tıkalı olmasının kokuları sızıyor ortalığa, edebi bir kavga
etmesini bile unutmuşuz, konuları kişiselleştirmemeyi, tartışma kurallarını umursamaz
olmuşuz. İnternet her birimize dünyaya eşit bir “dev” olduğumuzu öğretti çünkü.
Diyalog
yok olunca tek kişilik kompartmanlarda yaşayan “dev” şairler birbirini hiç
eleştirmiyorlar, ateşlemiyorlar, rekabet etmiyorlar, birbirlerini “çok
seviyorlar”. Bu sevgi seli ilişkisizliğin, eleştirisizliğin, birbirini
okumamanın bir uzantısı. Kompartmanlaşmanın alışverişi arttırdığı ve şiirin/eleştirinin
kalitesini yükselttiği de söylenemez. Bir de bu çağın adına dalga geçer gibi
“iletişim çağı” demeleri de ironik. Kesinlikle daha çok bir iletişimsizlik
çağından söz edebiliriz. İnternet ve iletişim teknolojileri sadece iletişimin
ortalama hızını arttırmış görünüyor. Hareketleri, kokuları, heyecanı ve (bazen
de) tükürük sıçramalarını içeren yüz yüze konuşma hâlâ iki insanın iletişimi
için en verimli araç. “İletişim çağındayız” klişesi iletişimin sadece
kelimelerle yapıldığı gibi bir yanlış anlaşılmaya dayanıyor. İşte o çok yavaş
bir iletişim. İnternetin bana sağladığı “iletişimin ortalama hızı”ndan bana ne?
Edebiyat, yaşamın anlamından, beşeri derinlikten söz ediyor; ben “otobüsten
hangi durakta ineceğimi” sormuyorum ki. Edebi iletişim söz konusuysa yeni
fikirleri diyalogla üretebilirsiniz, yüz yüze olmuyorsa (ki olmuyor) yüzyıldır
güncel edebiyatın yaşadığı yerde: Dergilerle.
Toplumsal
eylemler Natama Hayat Memat Dergisini yakından ilgilendiriyor. Kürt Sorunu,
Ermeni Sorunu, travesti seks işçileri, Gezi, Berkin Elvan, Soma… hepsi bir
biçimde edebi meseleler bizim için. Natama olarak Gezi öncesinde bir “internet
protestosu” planlıyorduk, internetin insanların enerjisini tüketmesi, bir
büyüklenme duygusu vermesi, vb. gibi nedenler benim nedenlerimdi, başka
arkadaşlarımın olayı açıklamakta kullandığı nedenler tamamen farklı olabilir…
Toplu olarak sosyal medya hesaplarımızı donduracaktık… Gezi isyanıyla beraber
sansürlenmeyen tek medyanın sosyal medya olduğu bariz bir biçimde ortaya çıkınca
o projeyi durdurduk. İnternet hala eleştiri, analiz, diyalog, keşif için uygun
bir ortam değil ama örneğin “insanların az sonra nerede toplanacakları”nı
öğrenmek için süper ve çok yeterli bir araç. Çöpe atalım demiyorum, desem ne
yazar zaten, ama amaç analizse, yeni fikirlerse, aradığımız, sorunuzda sözünü
ettiğiniz etkileşimi orada bulamayacağız, diyorum. İnternet bir gün edebi
diyalogun yaşandığı bir yer belki olur ama bugün kesinlikle değil.
Elbette
Natama da her dergi gibi isimleri bilinen ve bilinmeyen bir ekibin işi.
Bilmiyorum edebiyat dünyası Davut Yücel ve Mihrap Aydın’ın bu dergiye
katkılarından haberdar mı? Onlar olmasaydı bu dergi bu dergi olmazdı. Sadece
onlar değil Gül Abus, Ali Aydemir, Demet Özge Aykan, Cihat Duman, Ali Dündar,
Çağnam Erkmen, Murat Ertel, Özgür Göreçki, Mehmet Öztek, Hasan Rua, Ömer Şenel,
Gün A. Utkan içimizdeki herkes kendi yeteneği neye göreyse onun katkısını
sunuyor ve ortaya Natama diye bir şey çıkıyor. (Bu arada isimler bunlarla
sınırlı değil ve her geçen gün büyüyoruz.) Ama sürekli dendiği gibi “Enis Akın
ve etrafındakiler” adında bir birlik yok. Natama bir merkez değil, gelip
geçilen bir durak. Bunlar haset kokan hareketler. Buradan bizi “Davut Yücel ve
etrafındakiler” olarak anacak ilk 3 kişiye bedava abonelik verebiliriz.
Ciddili.
Natama
aslında baştan beri bu diyalogsuzluk sorununa bir alternatif olmayı, çok sesli olmayı
gözetiyor. Aslında bu yeni bir sorun değil, 20 yıl önce de Türkçe şiirde bir
sahne yoktu; o günden bugüne edebiyatın içinde olan herkes bugün gelinen
diyalogsuzluktan, çoraklaşmadan, kompartmanlaşmadan sorumludur. Kimse “ay ne
kadar kirli” deme lüksüne sahip değil. Örneğin ne zaman oldu bilmiyorum ama “edebiyat
ortamlarıyla işim olmaz”, “hiç şair tanımam” gibi cümlelerin artık birer övünme
cümlesi olduğunun farkında mısınız? Genç kişilerin dilinden düşmüyor: “Ben
edebi ortamların dışındayım, kimseyi tanımam.” Edebiyat ne zaman bu kadar kirli
bir şey oldu? Aslında edebiyat 70 ve 80’lerde politikacıya yanaştığında, 90 ve
2000’lerde pazarlamacıya yanaştığında bunun sonucunda bugün içinde yaşadığımız
o sıfatı elde etti: Kirli. “Edebiyat ortamlarıyla işim olmaz” tepkilerinin
edebiyatın ticarileşmesine bir tepki olarak ortaya çıktığını sanıyorum. Bu,
yıllardan beri kitap tanıtım yazılarıyla, gazetelerin kitap tanıtım ekleriyle,
özetle reklamın edebiyata musallat olmasıyla hiç mi ilgili değil?
Edebiyat
bir savunma sporudur, adına şair denen bazı kişilerin var olma nedenlerini,
kendi kendilerine uydurdukları “hayatın anlamı” diye başlayan cümlelerini, maneviyatlarını
savundukları bir yerdir; şiirleriyle ve eleştirileriyle. Edebi kavgayı ben icat
etmedim, belki son yazıyla yaptığım şuydu: Edebi kavgayı dedikodunun karanlık
köşelerinden, internetin bulaşık suyundan kurtarmak. Kurumsal ya da
kişiselinden, kıdemlisinden gencinden, normalde dağınık gibi görünen bir
güruhtan toplu olarak küfür yememle sonuçlandı girişimim. Burada bana küfür
etmeyi marifet sayan arkadaşlara iki çift lafım var, ki çoğunu tanıyorum: Kendinizi
kahraman sanmayın, bana küfretmekle cesaret sergiliyor değilsiniz. Ben her
zamanki gibi yalnızım, yalnız kavga ediyorum. Arkamı sağlam bir yere dayıyorum
gibi konuşmam arkamı sağlam bir yere dayadığım anlamına gelmiyor, arkam boş. Güçsüz
olduğumu söylüyor da değilim, sadece bir başınayım. Her gördüğünüz çıplağı kral
sanmayın. Ben hep isyanın tarafındayım, “nasılsa otoriteye de karşı çıktık
artık rahatça boyun eğeriz” konforunu, “küçük olsun ama bizim olsun” rantını tercih
eden, daha ne söylediğimi duymadan bana küfreden kişiler hep vardı. 1980’lerde
de zamanın şiirinin babalarıyla, normlarıyla nasıl kavga ettiysem, hala
ediyorum. Birbirini öpmeye doyamayan şair arkadaşlar, ortak bir söze dayalı
olmayan şiir gruplaşmaları bir tek şeye bağlı olabiliyor, çıkara. Bu sistem
yıllardan böyle, rant hep olacak. Doğru bildiğini söyleyen birisi “rant var”
deyince de, hedef listeye giriyor. Ondan sonra bir açık arıyorlar, ilk fırsatta
da “ahah” diyecek “yakaladım seni.” Çok sevinecek. Çünkü sen ortaya koyduğun
işin kalitesiyle onun yıllardan beri ne kadar zavallı bir iş yaptığını
gösterdin. Şiir mi diyorsunuz? Öncelikle görsel iletişimin hakkını vereceksiniz,
sonraki konular ondan sonra… Ben de yaşadığım kadar doğru bildiklerimle ilgili
konuşacağım. Örneğin son yazımda saldırıya maruz kalan liyakat dilencileriyle ilgili
sözlerimi yakın zamanda detaylandıracağım. Şiirle alakası yok olup bitenin.
Profesyonel
hasetçileri var Natama’nın, yemiyor içmiyor 24 saat “kime ne küfür edebilirim,
nasıl zarar verebilirim” diye düşünüyor. Biliyor musunuz Natama’da yazan
herkesi tek tek taciz ediyorlar. Bu kadar büyük bir birlik olunca karşısında
sanki onlara-karşı-biz“miş gibi” oluyoruz ama Natama böyle ilişkilerin
kurulduğu yaşatıldığı bir insanlar grubu değil, farklılığı bireyselliği
dağınıklığı öven bir yer. Herkesin kendi adına tek başına söz aldığı bir yer.
Bizim sözümüz bazen bir araya geliyorsa, bu, beraber yaptığımız işin keyfinden
olabilir.
“Natama’nın
daha eleştirel bir yapıya bürünmesi” diyorsunuz, öncelikle bir şiir dergisiyiz.
Eleştirel şiir yazıları yayınlama amacımız her zaman olacak. Son tartışmalarda
merkez olmaya çalışmakla da suçlandık, bu gerçekten komik (aradım, komik
dışında bir sıfat bulamadım). Merkez olmaya çalışan herkesle iyi geçinir, sivri
uçları yoktur, kimseyi eleştirmez herkesi sever, her düşündüğünü söylemez, ağır
başlıdır ve en önemlisi eylem yapmaz, merkezde olmak durmaktır. Duvar, İtibar, Varlık,
Kitap-lık dergileri merkez olmak ister. Biz merkez olmak isteseydik Gül Abus’u
sansürlerdik, Gezi sayısını öyle yapmazdık. Örneğin 3. sayıdaki (Gezi sayısı) yazılar
dumanı üstünde, eylemci, eylemin içinden yazılmış yazılardır, Natama muhabirlerinin
yazılarıdır. Biz yukarıda merkez olmak için gerekenlerin tersi olan her şeyi
yapıyoruz, merkeze karşı konumumuzu da kolay kolay yitireceğimizi sanmıyorum. Sıkıntı
yok.
Son
zamanda bir de reklam yapmakla suçlandık. Yaptığımız iş ortada. Yaptığımız
“reklam” dergi çıkınca bunu duyurmaktan ibaret. Oysa bizim eleştirdiğimiz,
yaptıkları işin doğasına reklam sızmış, şiiri tamamen bir reklam kampanyası
içinde düşünmeye başlamış bazı zihinlerdir. Reklamcı şairler okur sayıları
artarsa kendilerini başarılı olacak sanıyorlar, bu bir piyasa varsayıyor, piyasaya
çıkabilmelisiniz, herkese az çok göz kırpabilmelisiniz… Sadece duruşunuzu değil
sözünüzü de öyle eğip bükmelisiniz. Ve bunu yapıyorlar. İyi de herkese birden göz
kırparken bir bakarsın bel kemiğinin yerinde yeller esiyor. Okuru bu kadar
önemsemek yanlış bence, yanlış okura ulaşmanın hiçbir anlamı yok. Eğer bir şiir
doğru şiirse, onun okuru başlangıçta olmamalıdır zaten, onun adına Hilmi Yavuz
filan derdik eskiden. Hala yaşıyor o eğilim, ruhu bazı çevrelerde yaşıyor. Natama
böyle mi? Bir çizgisi var, her okur bizi okuyamaz/okumaz/okumasın. Okur gerekirse
yaratılır, artı eksi bir yirmi yıl sürer o kadar. “Şair olacak kadın”ın da o
kadarcık ısrarı olsun artık.
2- Bir yazınızda “Şiirin
ihtiyaç duyduğu iyilik değil adalettir” demiştiniz. (3)
Ben şiir kamusundaki bu eş dost ilişkilerinin sizin bahsettiğiniz şeyin “İyilik”
kısmına denk geldiğini düşünüyorum. Ama mesela dergicilik özelinde, kardeşinin
şiiri bile olsa, “Bu şiir gerçekten kötü, ben bunu basmam.” demeyi de bahsettiğiniz
şeyin “Adalet” kısmıyla ilişkilendiriyorum. Yine benim tespit edebildiğim
kadarıyla, bugün İtibar dergisi özelindeki bu “iyi insan” merkezli şiir
dergiciliği durumunun sorumluları, İkinci Yeni şairleri. En başta da Cemal
Süreya. Cemal Süreya, Papirüs’te, meyhaneden tanıdığı iyi çocukların şiirlerini
basmaya başladığında eleştirel öncelik şiir dergisinin kapsamından çıktı. Natama’da
“Geçerken Konuşulanlar” bölümünde yaptığınız bir görüşmede Hüseyin Cöntürk de
–dergicilik konusunda- Turgut Uyar için
benzer şeyler söylüyordu. Peki, sizin Natama’da nasıl bir önceliğiniz var?
Şiirler ya da yazılar, gönderen kişiye bağlı olarak değerlendirmeye alınabilir
mi?
Enis Akın: Edebiyatta
benim gördüğüm şu: Esir almak istediğinizi översiniz. İyilik olsun diye övgü
yoktur, doğrudan ve düpedüz kötülüktür, savaş taktiğidir. Hangi maçtı
hatırlamıyorum, 2013 sezonunun ilk sezonunda Galatasaray’ın bir maçında Drogba
soldan avut çizgisi üzerinde çok acayip bir hareket yaparak rakibini çalımladı,
sonra da Burak Yılmaz’a “al da at” bir pas verdi, Burak da dokundu, gol oldu. Şimdi
tam bu anda Burak ne yaptı? Drogba’ya mı koştu, teşekkür etmek için? Hayır, seyircilere
koştu, göğsünü yumruklayarak “bakın ben ne yaptım” dedi. “Büyük” golcü önce hak
edene hakkını verecek. Yoksa ona büyük golcü diyemiyoruz, Burak’a da
diyemediğimiz gibi. Büyük golcünün üzerinde bir dirhem “Sezar’ın hakkı” kalmayacak.
Neden basit bir teşekkür bile edemiyorsun? Seni ne durduruyor? Türkçe şiirin
meselesini “pastanın paylaşımı” zannetme üzerine kurulu projeler kimseyi bir
yere götürmüyor. Türkçe diye bir şey varsa, bunu inşa edenler, aklı fikri okur
bulmak olanlar değil edebiyatın gereklerini bir öncelik addedenler olacaktır,
gerisi rant yemektir. Bunların adını koymak kötülükse, bu kötülük iyi/adil bir
şeydir. Buna “iyi yapıyorsunuz/aferin” demek mide bulandırıcı bir şeydir.
Yeni
yazılmış çok iyi şiirlere rastlıyorum, çok iyi şairler var, umarım onlardan
bahsedeceğim. Bence şiiri iyi bilen bir kuşak geliyor. Ancak şairin duruşu
konusunda aynı şeyi söyleyemem, o zaman da hem şiire hem duruşa bakıyoruz doğal
olarak, yazı kurulu olarak. Eş dost şiiri henüz basmadık, belki basarız da
önemli değil.
Bir
golcünün en güzel golü atmak istemesinde, bir şairin en iyi şiir yazmak
istemesinde hiçbir sorun elbette yok. Rekabet illa ve hemen kötü bir şey değil,
ancak diğerlerini kendi başarısının aksesuarı yapmak, o kötü. Şairler pasları
verenlere teşekkürlerini esirgemekle büyük olunacağını kimden öğrenmişse yanlış
öğrenmişler. Eleştiri yazıları yazmanın kariyerine zarar vereceğine veya diğer
şairleri okumanın kendi şiirini bozacağına inanan şairler çok yanlış
öğrenmişler: Edebiyatta etkileşimsizliğin propagandasını yapmaktalar. Bu bir
formül değil ama iyi şiir diyalog gerektirir. Pardon ama çağdaşlarını okumadan
bok yazarsın, birçok anlamda.
3- Yıl 2014 oldu ama Türkiye’de hâlâ dokunulmaz
olan şairler var. En son, yine sizin Enis Batur ile ilgili Natama’nın dördüncü
sayısında -Orhan Koçak ile yaptığınız bir görüşmeyi aktarırken- söylediğiniz
şeylerden sonra bir Enis Batur kampanyası başlamıştı.
Birçok kişi sosyal medya ya da başka yerlerden Enis Batur sevgisini dile
getirdi, dizeler falan paylaştı. Ben kendi adıma bu kadar Enis Batur seveni
olduğunu bilmiyordum. Enis Batur ne ara bu kadar “dokunulmaz” oldu onu da bilemiyorum.
Benzer bir şey İsmet Özel için de geçerli. Ben bir yerde İsmet Özel ile ilgili
alaycı birkaç şey söylediğimde ertesi gün kullandığım mail ya da sosyal medya adreslerine
küfürlü şeyler gelmişti. Bu sadece bu iki isim için değil Nâzım Hikmet ve
maalesef –bunu son birkaç yılda daha çok görmeye başladık-
Ece Ayhan için de geçerli. Hatta belki sizinle ilgili bir eleştiri
getirdiğimizde bile “Hop, bi dakka.”
diyecek insanlar vardır memlekette. Şairleri bu milletvekilliğinden nasıl
kurtarabiliriz? Putlaştırmak yerine kırmak bir seçenek olabilir mi?
Enis Akın:
Eski bir dostum “Şiir Postası”ndan kovulduğu zaman destek için ben de
ayrılmıştım ama o daha sonra feyk bir kimlikle girip kendisi hakkında
konuşulanları dinleme ihtiyacı duymuştu. Bunu hiç yapmadım. Birinin bana
söyleyecek bir sözü varsa bana söyler/adımı anar, bunu yapmıyorlar, satır
aralarında mesaj aramamı bekliyorlarsa boşuna bekliyorlar.
Konudan
tüitırda haberim oldu. Orhan Koçak’a şunu sormuşum: “Bana Enis Batur hep biraz
kendini yazarak var eden biri gibi gelmiştir. Ama burada klasik anlamında
kendini yazarak var eden değil, yani örneğin bir şehre gider, orada trene
biner, döner, gezi kitabı yazar, oraya da tren biletinin fotoğrafını koyar,
çünkü eğer koymazsa Enis Batur külliyatı içinde o tren bileti yer almayacağı
için aslında yaşanmamış olacaktır. Yazı-adam yapar kendini. Ne diyorsunuz?”
Bunu okuyup mu Enis Batur’u savunma ihtiyacı duymuş insanlar. Bunda ne var?
Ayrıca Enis Batur’la ilgili ilk defa yazıyor değilim, fikirlerimi “Kekeme Türk
Şiiri” içinde de ifade etmiştim. 25 yıldır edebi eleştiriler yazıyorum, hep
dışarıda kaldığına inanan birileri, “hassasiyet geliştirmeyi” tercih ediyor. Ne
yapsın onu da anlamak lazım.
Kimsenin
birbirini samimiyetine inanmadığı yerde iletişim olmaz, işçilerin ölümüne
üzülüyorsun, darbe provası diyorlar, işte biz Berkin Elvan’ı kapağa aldık diye
“kullanıyor” dediler, İzzet dedi, çok klişe bir iftira, Gezi’deki ölümler,
Soma’daki ölümler, akepecilerde zaten başka bir argüman yok: “kullanıyorsunuz”.
Şunu söylüyor aslında “samimi değilsin” –İyi de sen kimsin? Kimin samimi
olduğunu kimin olmadığını belirleyebilecek bu kibri kimden devşirdin? Birini
anmadan birine üzülmeden önce sana mı sormalı insanlar? Marşo vermeden, gizli
gizli “teşhir sevinci” her kitaba göre ahlaksızca bir şey. İktidarı savunarak
şair kalabileceğini sanıyor ve bu sanılarını rasyonelleştirebilecek argümanları
bulunca çocuk gibi seviniyor İzzet Yasar. Beynini yitirmiştir; akepe kötü
görünmesin diye Türkiye’deki kadın cinayeti istatistiklerini dünyayla
karşılaştırıp “yahu o kadar da kötü değiliz” diyecek kadar, yitirmiştir. Ece
Ayhan’dan buraya pes dedirten bir yol.
İnternette
şu anda sanki despota karşı bir zemin sağlarmış gibi görünüyor ama esasen çok
faşist pratikler işliyor; mahalle baskısı, linç kültürü, ahlaksız çarpıtma,
sidik yarışı, beyinsiz iftira gırla gidiyor. Elbette 132 karakterle (İzzet
sevinsin diye yanlış yazıyorum) tartışma yapmayacağız, ama öyle vahşi bir topluluk
kültürü oluştu ki en son iki örneği: Erdoğan demediği halde “yahudi dölü”
dedirtildi ve Yılmaz Özdil’in Soma kinayesi bilerek ve isteyerek yanlış
anlaşıldı. Bunlar iletişimin unsurları değil, inadına sağırlaşmanın unsurları.
Eskaza tüitır partisi hükümeti devirmekte başarılı olursa ve sol bir hükümet
çıkarsa, buraya yazıyorum, o sol iktidarı o “tüitır partisi” donunda
sallayacaktır. O zaman internetteki “sürü ahlakı” daha iyi anlaşılır belki. En
temel diyalog öğesi olan soru hiç yok, her yer cevap dolu ve gerçekten
haberleşme anlamında iletişime gerek olmayan zamanlarda yani Gezi gibi olaylar
dışında, bu cevapların yarattığı tahakküm, otorite, iktidar inanılmaz boyutta.
Enis
Batur, İsmet Özel, hele de Ece Ayhan, eleştirilince azalacak isimler midir? Orhan
Koçak söyleşisi bugün yapılmadı, 2006 yılında yapıldı. O zamanlarda Enis Batur önemli
bir yayınevinin yayın kurulunun yöneticisi konumunda birisiydi, bununla
kalmıyordu her hafta bir derginin, kitap ekinin kapağında portresi beliriyordu.
Bunu konu yapıp ağızlarına söz alanlar açık arıyorlar, açık aradıklarını o
kadar belli ediyorlar ki zavallılıkları görünüyor. Çok çiğ.
4- 1989’dan
itibaren -belki daha öncesi de vardır ama ben en son o tarihe kadar inebildim-Turgut
Uyar üzerine birçok yazı yazdınız. Bu yıllar içinde Turgut Uyar sürekli,
basamak basamak popülerleşti ve en son Gezi Olayları sırasında –neredeyse- direnişin araçlarından birisine dönüştü. Sizin
en son yazdığınız Turgut Uyar yazısı için (“Turgut
Uyar’ın “Bir Apoletli Şair” Olarak Portresi”(4))
bir “Gezi Sonrası Turgut Uyar Yazısı” değerlendirmesi yapılabilir mi? Bundan
sonra Turgut Uyar’a Gezi’den bağımsız yaklaşmak pek kolay olmayacak gibi
görünüyor. Hatta Turgut Uyar’a “dokunmak”
da bundan sonra zor olacak gibi görünüyor.
Bu noktada sizin yazınız ve Yılmaz Varol’un “Çift Cepli Gömlek”(5) yazısı
yeni bir Turgut Uyar portresi için atılmış ilk adımlar gibi oldu. (Ben bu yeni
portreye –belki yanlış bir değerlendirme olabilir ama-: “Turgut Uyar da sütten
çıkmış ak kaşık değil” diyorum kısaca.) Siz iki yıl öncesinde “Artık Turgut Uyar’ı
sevmeyebiliriz” de demiştiniz ama bu yeni Turgut Uyar portresinin oluşmasında
Gezi sürecinin de bir etkisi var sanırım?
Enis Akın:
Turgut Uyar hakkında Defter’de, Yasakmeyve’de ve Natama’da yazdım. Önemli şair.
Şimdi iyice yerine oturdu; hakkı ödenmemiş birini eleştiremezsiniz; ama hakkı
olan yere gelen birini eleştirmek gerekli, iyi edebiyatın gündemi bunu
gerektirir.
Gezi’nin
etkisi her şeyde çok var, Turgut Uyar yazısında da var. Turgut Uyar Gezi’deki
“#şiirsokakta” heşteginde de görüldüğü gibi krallığını ilan etti, dolayısıyla
Uyar’ı eleştirmenin de yeri geldi. Özellikle “göğe bakma durağı”
klişeleştiriliyor; eskiden eleştirilmeden yerin dibine batırılırdı, şimdi de
aynı tavırla eleştirilmeden yüceltiliyor. Gezi ruhu diye bir şey varsa, bunun
kralları devirmeye olan ihtiyaçla bir ilgisi olsa gerek.
5
yıl öncesine kadar Türkçe edebiyatta belki anti-faşist bir ittifakın
varlığından söz edilebilirdi, Gezi’ye kadar. Geziye karşı hükümetin takındığı
tutum bu edebi ittifak açısından sağdaki tarafı daha sağcılaştırdı, solu
solculaştırdı. Bu “sağın daha sağa doğru hareketinin” ilk örneklerinden birisi
aslında Gezi’den önce Natama’da yaşandı. Edebiyatı “terbiye ettiklerini” sanan
bazı kimseler, bir şiir personasına karşı, adına şiir, şair, edebiyat dünyası
denen ne varsa kendilerini sonsuza kadar bunun dışına kilitleyecek bir tepki
gösterdiler. Edebiyatın boyun eğmeye, otoriteye âşık insanlar tarafından
üretilebilmesi söz konusu değil.
5- Şiir eleştirilerinizde sıkça değindiğiniz bir
konu var. Ben bunu ilk olarak “Edebiyata Ahlâk?” yazınızda görmüştüm.(6) Özetlemek
gerekirse, bu yazılarınızda, İkinci Yeni’ye karşı çıkanların aslında doğru bir noktadan
hareket ettiklerini fakat “cahillikleri” ya da konumlarını belirleyecek birikimden
uzak olmaları sebebiyle bu karşı çıkışı net bir duruşa çeviremediklerinden bahsetmiştiniz.(7) Ayrıca
bugün bile İkinci Yeni şiirinin tam olarak analiz edilemediğini ve bunu itiraf
edecek cesaretten de yoksun olduğumuzu söylediniz.(8)
Ben tüm bunların bir 30 yıl sonra “deneysel şiir” için geçerli olacağını
düşünüyorum. Bugün de aslında “fireleri olmasına” rağmen “deneysel şiir”
“anlamsız, bireyci, soyutçu” gibi ne ifade ettiği tam olarak belli olmayan
kavramlarla eleştiriliyor. Ve bu aslında zamanında İkinci Yeni’ye getirilen
eleştirilerle birebir benzerlik gösteriyor. Mesela Serkan Işın’a sadece “Görsel
şiir, şiir mi?” gibi bir argümanla yaklaşıldığında bu durum eleştiriden ziyade mizaha
dönüşüyor. İşte bu sebeplerle, yani doğru dürüst bir eleştiri getirilememesi
nedeniyle, 30 yıl sonraki İkinci Yeni, “deneysel şiir” olacak gibi görünüyor.
Bugün İkinci Yeni’nin kusursuz görünme nedeni ne ise ileride de “deneysel şiir”in
kusursuz görünme nedeni aynı olacak sanırım: Tutarlı eleştiri eksikliği. Bence şiirin
asıl meselesi de okursuzluktan ziyade bu: Eleştirisizlik. Siz ne dersiniz?
Enis Akın:
Heves’te iyi niyet vardı ama tasarım olarak kötüydü. Örneğin yazıda geçen
isimlerden klişe kelle fotoğrafı kullanırlardı, yazıda geçen isimleri yazarından
habersiz kalın yapma alışkanlıkları vardı, kapak tasarımı vs. “Beyaz alanların
kullanımı” diye bir sorunun farkında bile değildi örneğin. Bu derginin deneysel
şiir gibi (hele de seyrek de olsa görsel şiir gibi) bir öneriyle ortaya çıkmış
olması orta boy bir felaket aslında. Mehmet Öztek’le bir söyleşi yapmıştık. Ses
de getirdi, ama o kadardı benim için. Deneyciliğin adının Heves’le beraber
anılmasına pek anlam veremiyorum. Ama Karayazı örneğin başka bir konudur, daha
sonra başlamıştır ama onun duruşunu önemserim, sözünü dinlerim. Orada yazan
arkadaşlar az çok bir paralelde konuşur, kendileri dışında bir dertleri vardır,
Türkçe diye bir dertleri vardır, bence. Tabii Heves’le Karayazı bunlar Türkçe edebiyatın
iyi örnekleri, öte yanda örneğin Kitap-lık dergisini hala okuyan kaldı mı
bilemiyorum. Kim onları bu işe memur ettiyse yıllardan beri aynı bezgin memuriyet
havası bütün sıkıcılığıyla sürüyor.
İkinci
Yeni’de olan ve eğer ileride o anılmaya değer görülecekse Deneysel Şiir’de
olmayan sizin de belirttiğiniz gibi eleştiridir. Deneysel şiir norm olmuştur,
ama herhangi bir teorik altyapısının kurulabildiği söylenemez; tabii “Türkçe
şiirde biçimin tarihini yazıyor” gibi reklamasyon cümleleri sizin için bir şey
ifade etmiyorsa… Bunu daha yukarıda ilişkisizliğin bir sonucu olarak gösterdim,
deneysel şiirin modası geçti, “politik şiir” modası çıktı. Şiirin politikleşmesini
küçümsediğim sanılmasın, ama bunun moda edilmesini küçümsüyorum. Deneyciliği
de, açıkçası, küçümsemiştim. Şiir yazabiliyor musunuz? Sonuca bakılır şiirde,
gidiş yoluna kimse puan vermez.
Edebi
diyalogu övüyorum, sadece onun sonuca ilişkin bir faydası olabilir, Ece Ayhan
ve Fazıl Hüsnü Dağlarca hem Baylan pastanesinde oturup çay içerken hem de rekabet
edebiliyordu, yani bir “diyalog” içindeydiler. “Eleştiri yazısı yazın.” Bunu
söylüyorum.
Notlar:
(1) İsim vermeden konuşmak “gönderme” yapmak gibi oluyor. O yüzden burada Celâl Fedai’yi ve Hece dergisinde yayımlanan “Münasebetimiz Olayların Üstündedir” yazısını kastettiğimi belirtmek isterim.
(2) “Mavi” dergisi ve 1950’li yılların başlarında şiirde bağlanma tartışması üzerine bir not” (Varlık – Aralık 2009) Ya da şuradan: http://enisakin.blogspot.com.tr/2010/12/mavi-dergisi-ve-1950li-yllarn-baslarnda.html
(3) İnternet çağında iyi kalmak: İtibar dergisi (Duvar Dergisi, sayı 2, s.59-60 Mayıs 2012) Ya da şuradan: http://enisakin.blogspot.com.tr/2013/04/internet-cagnda-iyi-kalmak-itibar.html
(4) “Turgut Uyar’ın Bir Apoletli Şair Olarak Portresi” ( Natama S.5, Ocak, Şubat, Mart 2014)
(5) Yılmaz Varol “Çift Cepli Gömlek” (Duvar S.10, Eylül, Ekim 2013)
(6) “İnsan çevresindeki çatışmalardan bağımsız düşünülemez. İnsanın bu çatışmalarda taraf olmayı reddetmesi, insan olmayı reddetmesidir. Bunlara lafım yok. Beyin, kişinin çevresindeki çatışmalarda birer birer taraf olmasıyla büyür. Kuşkusuz bununda sınırları var: Kişinin taraf olduğu çatışmalar gelişmişliğine görecedir. Bireysellik bu yöntem ve bu sınırla var olabilir, gelişebilir. Sınır olmazsa ne olur? Bu artık seçmek değil yargılamak ve karalamaktır. (Örneğin cahil Asım Bezirci İkinci Yeni şiirine karşı) Bu yargı rastlansaldır. Kişi taraf olduğu çatışmayı bilmeyince (rastlansal olarak) taraf olduğu tarafından belirlenecektir. Aynı anlama gelmek üzere olduğu yerde duracak veya gerileyecektir.”(“Edebiyata Ahlâk?” Edebiyat Dostları, S. 11 içinde, Mart 1988)
(7) “Attilâ İlhan, Asım Bezirci, Özkan Mert, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, İsmet Özel ve dönemin bazı reel-sosyalist şairleri bu şiir akımına 60’ların ortalarından başlayarak gerici, bireyci, soyutçu, anlamsız, kaçış gibi sadece kendi politik hedefleri açısından anlamlı olacak sıfatlar uygun gördüler. (…) İkinci Yeni’nin “burjuva şiiri” olduğunu demeye getiriyorlardı ki bu aslında hiçbir zaman derli toplu bir eleştiri yapmamış olmamaları ve karalayıcı üslupları bir kenara bırakılırsa, doğruya yakın bir tespitti, ancak tam olarak tanımlayamadılar. Tanımlayamazlardı, çünkü bunun için kendi iktidar-severliklerini masaya yatırmaları gerekirdi.” (“Turgut Uyar’ın Bir Apoletli Şair Olarak Portresi” ( Natama S.5, Ocak, Şubat, Mart 2014.)
(8) “Netice olarak İkinci Yeni, Türk Şiiriyle entegre edilemeden kaldı. Bugün bile şairler kayıtsız şartsız kabulle, kayıtsız şartsız ret arasında bölünmüş durumdadır. Analiz edemedik ve analiz edemediğimizi kendimize itiraf edecek cesaretten de yoksunuz” Ayrıca bkz: “ Eğer, Türk Şiirinde 1990-2010 arası yazılanlar özel bir biçimde hatırlanacaksa, ister eleştirenlerin öfkeli saldırılarıyla, ister tutkulu takipçileriyle olsun "deneysellik" gibi bir kavramla birlikte hatırlanacak.” (“son yıllarda şairin duruşu (bir iç hesaplaşma)”, Karayazı, S. 14, 2011)
Enis Akın’a cevapları için teşekkür ederiz.
Beş Soru başka konuklarla devam edecektir:
http://behcetbey.blogspot.com.tr/2013/12/bes-soru-nedir.html