26 Mayıs 2014 Pazartesi

(Beş Soru): Enis Akın




1 - Şiir dergiciliğinde eleştirel bir öncelikten ziyade bir “beğeni” önceliği var diye düşünüyorum.  Uzun zamandır bir şiir dergisinin eleştirel bir kaygısı yok. 60-70 arası dönemde bir edebiyat-şiir dergisinin önceliği eleştiriydi. Daha doğrusu biraz araştırdığımda tespit ettiğim şey bu. Tabii bu durumun oluşmasında o dergilerin başında yürütücü pozisyonda bulunan eleştirmenlerin olması büyük rol oynuyor. –Yeni Dergi’de Memet Fuat ve Yordam’da Hüseyin Cöntürk’ü kastediyorum aslında- Yine o dönemde Yordam dergisinin yazı yollamayan şairin şiirini de basmadığını duymuştum. Güven Turan da bu durumu hatırlatıp şöyle demişti bir yerde: “İstanbul’da şiirler yazılır, o şiirler üzerine bir yerde içilip konuşulur, sonra da dağılırlar. Biz ise şiir üzerine yazıyorduk.” Bugün de benzer bir durum var sanırım. Bence bugün şiir kamusunda, merkezde bulunan dergilerdeki İslamcı/Müslüman şairler de şiir üzerine “konuşuyorlar.” (2000’lerin başında çıkan Atlılar ve Kökler’i bu söylediklerimden azade tutuyorum) Bir karşıtlık yaratma çabasında değilim. 20 yıldır merkezde olanlar Müslüman şairler olduğu için onlar üzerinden örnek veriyorum. Şu an şiir kamusunun çoğunluğu şiir üzerine sadece “konuşuyor.” (Sadece konuşsalar gene iyi. Şiir dergilerinde “eleştiri” adı altında Muhsin Yazıcıoğlu’nu “hürmetle andıkları” yazılarla “konuşuyorlar”(1)) Yazı yazan kimse yok. Genç şairler ise hepten berbat durumda. Her birinde bir yanaşma, katılma, kabul edilme çabası var. Siz bir yazınızda -Ahmet Oktay’ın, o dönem için “dokunulmaz” sayılan Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında söylediği sözlere atıfta bulunarak- “Uzun zamandır 21 yaşındaki gençler 40 yaşındaki şairlere böyle şeyler yazmıyorlar.” demiştiniz.(2) Ben size neden yazmadıklarını açıklayabilirim: Çünkü herhangi bir şey yazmıyorlar. Konuşuyorlar sadece. Ya da Twitter’dan küfür ediyorlar en fazla. Ben bunu da makbul buluyorum. Ama bu konuşma hastalığının yazmayı durdurması bir boşluk yaratıyor. 90’ların boşluk olma sebebi de bu bence. Dergiler –yine özellikle İslamcı şiir-edebiyat dergileri- sadece konuştular. Geçmişe dönük bir sorgulama ya da hesaplaşma dönemine girmediler. Yine benim tespit edebildiğim kadarıyla bu hesaplaşma/sorgulama işini en son sizin de içinde bulunduğunuz Edebiyat Dostları dergisi, biraz da kırıp dökerek yapmıştı. Siz bütün bu “güzel boşluk” içinde Natama’yı nerede görüyor ya da konumlandırıyorsunuz? Natama’nın bir “konuşma” dergisi olmaması için, daha da eleştirel bir yapıya bürünmesi gerekiyor mu?

Enis Akın: Başlamadan önce bir süredir söyleşi taleplerini reddettim, açıklamam da şuydu: Bütün enerjimi Natama’ya ayırıyordum, ancak son zamanlarda internet üzerinden yapılan bazı kişisel saldırılara yanıt verme gereği doğdu, Natama dışı suskunluğumu bu defalık bozuyorum.

“Natama’nın bir ‘konuşma’ dergisi olmaması için” diyorsunuz, konuşmak kötü bir şey değil, tabii dedikoduları, bitmeyen tiratları değil de karşılıklı edebi konuşmaları düşünürsek. Bu anlamda evet, eleştirel kaygı dergilerden eksildi. Şimdi internet zamanı. Eleştiri bildiğim tek diyalog türü, dolayısıyla eleştiri eksilince diyalog da eksildi edebiyattan. Diyalogun olmadığı yerde bir yalnızlık vardır en azından diye düşünebilirsiniz belki, ama bugün edebiyatta yalnızlık da yok diyalog da yok; ne var? “Ortaya karışık” var.

Kimse kimseyle diyalog içinde değil, ama kimse susmuyor. Uzun monolog atakları var (panik atak gibi, geçirilen bir şey). Susmanın ve diyalogun bir ritmi olmalı, işte o ritmi yitirmiş durumdayız. Bu yitirmeye dair bir olay anlatayım: Geçmiş Natama sayılarından birinde bir şair, bir şiir yazısı yazıyor, güzel de bir yazı ve bu yazıda birtakım şairlerin arasında kendinden yaşça büyük bir şairin daha adını sayıyor. Adı geçen şair yazıyı okuduktan sonra tüitırdan yazarı buluyor ve gösterdiği tepki: “Sen nasıl benim adımı sayarsın!” Ben çok şaşırdım. Eleştiride ne zamandır kitabı basılmış, az çok bilinen bir şairden bahsetmek için izin alır olduk? Adından bahsedilmesini istemeyen şiir yayınlamaz, dergi, kitap çıkartmaz. Hoşunuza gitmeyebilir, yazıyı beğenmediyseniz eleştirirsiniz. Buyrun “benden nasıl bahsedersin” konulu bir eleştiri yazın da edebiyat alemi ego neymiş görsün. Özdemir İnce yıllar önce kendine yapılmış bir eleştiriye cevap vermişti Radikal İki’de, ne güzel eğlenmişti Radikal İki editörleri. Pardon ama burası kimsenin özel mülkiyetinde değil, adına kültür deniyor, mülkiyeti üzerimizde olmayan yerlerde kimin bizden bahsedeceğine kimin bahsetmeyeceğine karar veremiyoruz. Üstüne üstlük bunu internet üzerinden bizden yaşça küçük diğer şaire hiç bildiremiyoruz. Bu, edebi bir davranış değil’i bırakın nazik bile değil, “kişisel” bile değil. Susması gereken yerde konuşan, konuşması gereken yerde susan bir insan türü oldu bazı edebiyatçılar.

Sosyal medya insanlara “dünya kadar büyüğüm ben” yanılsaması veriyor. Zannediyorsunuz ki bütün dünya kulak kesilmiş sizi dinliyor, hayır siz kendi kendinizle sohbet içindesiniz, ama sosyal medya kendinizi sanki bütün dünyaya konuşuyormuş gibi pozisyonlamanıza olanak veriyor ve bu çok iyi geliyor, grandiyöz ego. Ben de herkes gibi adımı tarattığımda karşıma çıkanları okuyorum ama cevap verme ihtiyacı duymuyorum. Herkes istediği kadar monolog yapabilir, kimse engel olamaz, ama eğer birinin bana edebi açıdan kayda değer bir sözü varsa bunu edebi açıdan kayda değer bir ortamda söylemesi ve bir zahmet adımla söylemesi lazım. Yoksa kim ne dedi diye, açıkçası uzaktan fısıltıyla yapılan eleştirileri takip edeceğim diye enerji harcayamıyorum. İnternette dünyayla konuşanların gürültüsünden başka hiçbir şey duyulmuyor. “Dünyayla konuşan” diyorum, bitimsiz monologlar, salgın kanaat ishali gibi başka adlandırmalar da mümkün.

Natama’da yazdığım yazılar, sadece sonuncusu değil, tamamı neticede birilerini “görüyor”, ister beğenilsin ister beğenilmesin bir diyalog arayışıdır. Sivri dilli bulunabilir. Elbette. Dilinizi sivriltmezseniz zaten baştan herkesin kendini dinlediği ortamın kurbanı oluyorsunuz. Bir diyalog gerçekleştiğindeyse kanalların yıllardan beri tıkalı olmasının kokuları sızıyor ortalığa, edebi bir kavga etmesini bile unutmuşuz, konuları kişiselleştirmemeyi, tartışma kurallarını umursamaz olmuşuz. İnternet her birimize dünyaya eşit bir “dev” olduğumuzu öğretti çünkü.

Diyalog yok olunca tek kişilik kompartmanlarda yaşayan “dev” şairler birbirini hiç eleştirmiyorlar, ateşlemiyorlar, rekabet etmiyorlar, birbirlerini “çok seviyorlar”. Bu sevgi seli ilişkisizliğin, eleştirisizliğin, birbirini okumamanın bir uzantısı. Kompartmanlaşmanın alışverişi arttırdığı ve şiirin/eleştirinin kalitesini yükselttiği de söylenemez. Bir de bu çağın adına dalga geçer gibi “iletişim çağı” demeleri de ironik. Kesinlikle daha çok bir iletişimsizlik çağından söz edebiliriz. İnternet ve iletişim teknolojileri sadece iletişimin ortalama hızını arttırmış görünüyor. Hareketleri, kokuları, heyecanı ve (bazen de) tükürük sıçramalarını içeren yüz yüze konuşma hâlâ iki insanın iletişimi için en verimli araç. “İletişim çağındayız” klişesi iletişimin sadece kelimelerle yapıldığı gibi bir yanlış anlaşılmaya dayanıyor. İşte o çok yavaş bir iletişim. İnternetin bana sağladığı “iletişimin ortalama hızı”ndan bana ne? Edebiyat, yaşamın anlamından, beşeri derinlikten söz ediyor; ben “otobüsten hangi durakta ineceğimi” sormuyorum ki. Edebi iletişim söz konusuysa yeni fikirleri diyalogla üretebilirsiniz, yüz yüze olmuyorsa (ki olmuyor) yüzyıldır güncel edebiyatın yaşadığı yerde: Dergilerle.

Toplumsal eylemler Natama Hayat Memat Dergisini yakından ilgilendiriyor. Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, travesti seks işçileri, Gezi, Berkin Elvan, Soma… hepsi bir biçimde edebi meseleler bizim için. Natama olarak Gezi öncesinde bir “internet protestosu” planlıyorduk, internetin insanların enerjisini tüketmesi, bir büyüklenme duygusu vermesi, vb. gibi nedenler benim nedenlerimdi, başka arkadaşlarımın olayı açıklamakta kullandığı nedenler tamamen farklı olabilir… Toplu olarak sosyal medya hesaplarımızı donduracaktık… Gezi isyanıyla beraber sansürlenmeyen tek medyanın sosyal medya olduğu bariz bir biçimde ortaya çıkınca o projeyi durdurduk. İnternet hala eleştiri, analiz, diyalog, keşif için uygun bir ortam değil ama örneğin “insanların az sonra nerede toplanacakları”nı öğrenmek için süper ve çok yeterli bir araç. Çöpe atalım demiyorum, desem ne yazar zaten, ama amaç analizse, yeni fikirlerse, aradığımız, sorunuzda sözünü ettiğiniz etkileşimi orada bulamayacağız, diyorum. İnternet bir gün edebi diyalogun yaşandığı bir yer belki olur ama bugün kesinlikle değil.

Elbette Natama da her dergi gibi isimleri bilinen ve bilinmeyen bir ekibin işi. Bilmiyorum edebiyat dünyası Davut Yücel ve Mihrap Aydın’ın bu dergiye katkılarından haberdar mı? Onlar olmasaydı bu dergi bu dergi olmazdı. Sadece onlar değil Gül Abus, Ali Aydemir, Demet Özge Aykan, Cihat Duman, Ali Dündar, Çağnam Erkmen, Murat Ertel, Özgür Göreçki, Mehmet Öztek, Hasan Rua, Ömer Şenel, Gün A. Utkan içimizdeki herkes kendi yeteneği neye göreyse onun katkısını sunuyor ve ortaya Natama diye bir şey çıkıyor. (Bu arada isimler bunlarla sınırlı değil ve her geçen gün büyüyoruz.) Ama sürekli dendiği gibi “Enis Akın ve etrafındakiler” adında bir birlik yok. Natama bir merkez değil, gelip geçilen bir durak. Bunlar haset kokan hareketler. Buradan bizi “Davut Yücel ve etrafındakiler” olarak anacak ilk 3 kişiye bedava abonelik verebiliriz. Ciddili.

Natama aslında baştan beri bu diyalogsuzluk sorununa bir alternatif olmayı, çok sesli olmayı gözetiyor. Aslında bu yeni bir sorun değil, 20 yıl önce de Türkçe şiirde bir sahne yoktu; o günden bugüne edebiyatın içinde olan herkes bugün gelinen diyalogsuzluktan, çoraklaşmadan, kompartmanlaşmadan sorumludur. Kimse “ay ne kadar kirli” deme lüksüne sahip değil. Örneğin ne zaman oldu bilmiyorum ama “edebiyat ortamlarıyla işim olmaz”, “hiç şair tanımam” gibi cümlelerin artık birer övünme cümlesi olduğunun farkında mısınız? Genç kişilerin dilinden düşmüyor: “Ben edebi ortamların dışındayım, kimseyi tanımam.” Edebiyat ne zaman bu kadar kirli bir şey oldu? Aslında edebiyat 70 ve 80’lerde politikacıya yanaştığında, 90 ve 2000’lerde pazarlamacıya yanaştığında bunun sonucunda bugün içinde yaşadığımız o sıfatı elde etti: Kirli. “Edebiyat ortamlarıyla işim olmaz” tepkilerinin edebiyatın ticarileşmesine bir tepki olarak ortaya çıktığını sanıyorum. Bu, yıllardan beri kitap tanıtım yazılarıyla, gazetelerin kitap tanıtım ekleriyle, özetle reklamın edebiyata musallat olmasıyla hiç mi ilgili değil?

Edebiyat bir savunma sporudur, adına şair denen bazı kişilerin var olma nedenlerini, kendi kendilerine uydurdukları “hayatın anlamı” diye başlayan cümlelerini, maneviyatlarını savundukları bir yerdir; şiirleriyle ve eleştirileriyle. Edebi kavgayı ben icat etmedim, belki son yazıyla yaptığım şuydu: Edebi kavgayı dedikodunun karanlık köşelerinden, internetin bulaşık suyundan kurtarmak. Kurumsal ya da kişiselinden, kıdemlisinden gencinden, normalde dağınık gibi görünen bir güruhtan toplu olarak küfür yememle sonuçlandı girişimim. Burada bana küfür etmeyi marifet sayan arkadaşlara iki çift lafım var, ki çoğunu tanıyorum: Kendinizi kahraman sanmayın, bana küfretmekle cesaret sergiliyor değilsiniz. Ben her zamanki gibi yalnızım, yalnız kavga ediyorum. Arkamı sağlam bir yere dayıyorum gibi konuşmam arkamı sağlam bir yere dayadığım anlamına gelmiyor, arkam boş. Güçsüz olduğumu söylüyor da değilim, sadece bir başınayım. Her gördüğünüz çıplağı kral sanmayın. Ben hep isyanın tarafındayım, “nasılsa otoriteye de karşı çıktık artık rahatça boyun eğeriz” konforunu, “küçük olsun ama bizim olsun” rantını tercih eden, daha ne söylediğimi duymadan bana küfreden kişiler hep vardı. 1980’lerde de zamanın şiirinin babalarıyla, normlarıyla nasıl kavga ettiysem, hala ediyorum. Birbirini öpmeye doyamayan şair arkadaşlar, ortak bir söze dayalı olmayan şiir gruplaşmaları bir tek şeye bağlı olabiliyor, çıkara. Bu sistem yıllardan böyle, rant hep olacak. Doğru bildiğini söyleyen birisi “rant var” deyince de, hedef listeye giriyor. Ondan sonra bir açık arıyorlar, ilk fırsatta da “ahah” diyecek “yakaladım seni.” Çok sevinecek. Çünkü sen ortaya koyduğun işin kalitesiyle onun yıllardan beri ne kadar zavallı bir iş yaptığını gösterdin. Şiir mi diyorsunuz? Öncelikle görsel iletişimin hakkını vereceksiniz, sonraki konular ondan sonra… Ben de yaşadığım kadar doğru bildiklerimle ilgili konuşacağım. Örneğin son yazımda saldırıya maruz kalan liyakat dilencileriyle ilgili sözlerimi yakın zamanda detaylandıracağım. Şiirle alakası yok olup bitenin.

Profesyonel hasetçileri var Natama’nın, yemiyor içmiyor 24 saat “kime ne küfür edebilirim, nasıl zarar verebilirim” diye düşünüyor. Biliyor musunuz Natama’da yazan herkesi tek tek taciz ediyorlar. Bu kadar büyük bir birlik olunca karşısında sanki onlara-karşı-biz“miş gibi” oluyoruz ama Natama böyle ilişkilerin kurulduğu yaşatıldığı bir insanlar grubu değil, farklılığı bireyselliği dağınıklığı öven bir yer. Herkesin kendi adına tek başına söz aldığı bir yer. Bizim sözümüz bazen bir araya geliyorsa, bu, beraber yaptığımız işin keyfinden olabilir.

“Natama’nın daha eleştirel bir yapıya bürünmesi” diyorsunuz, öncelikle bir şiir dergisiyiz. Eleştirel şiir yazıları yayınlama amacımız her zaman olacak. Son tartışmalarda merkez olmaya çalışmakla da suçlandık, bu gerçekten komik (aradım, komik dışında bir sıfat bulamadım). Merkez olmaya çalışan herkesle iyi geçinir, sivri uçları yoktur, kimseyi eleştirmez herkesi sever, her düşündüğünü söylemez, ağır başlıdır ve en önemlisi eylem yapmaz, merkezde olmak durmaktır. Duvar, İtibar, Varlık, Kitap-lık dergileri merkez olmak ister. Biz merkez olmak isteseydik Gül Abus’u sansürlerdik, Gezi sayısını öyle yapmazdık. Örneğin 3. sayıdaki (Gezi sayısı) yazılar dumanı üstünde, eylemci, eylemin içinden yazılmış yazılardır, Natama muhabirlerinin yazılarıdır. Biz yukarıda merkez olmak için gerekenlerin tersi olan her şeyi yapıyoruz, merkeze karşı konumumuzu da kolay kolay yitireceğimizi sanmıyorum. Sıkıntı yok.

Son zamanda bir de reklam yapmakla suçlandık. Yaptığımız iş ortada. Yaptığımız “reklam” dergi çıkınca bunu duyurmaktan ibaret. Oysa bizim eleştirdiğimiz, yaptıkları işin doğasına reklam sızmış, şiiri tamamen bir reklam kampanyası içinde düşünmeye başlamış bazı zihinlerdir. Reklamcı şairler okur sayıları artarsa kendilerini başarılı olacak sanıyorlar, bu bir piyasa varsayıyor, piyasaya çıkabilmelisiniz, herkese az çok göz kırpabilmelisiniz… Sadece duruşunuzu değil sözünüzü de öyle eğip bükmelisiniz. Ve bunu yapıyorlar. İyi de herkese birden göz kırparken bir bakarsın bel kemiğinin yerinde yeller esiyor. Okuru bu kadar önemsemek yanlış bence, yanlış okura ulaşmanın hiçbir anlamı yok. Eğer bir şiir doğru şiirse, onun okuru başlangıçta olmamalıdır zaten, onun adına Hilmi Yavuz filan derdik eskiden. Hala yaşıyor o eğilim, ruhu bazı çevrelerde yaşıyor. Natama böyle mi? Bir çizgisi var, her okur bizi okuyamaz/okumaz/okumasın. Okur gerekirse yaratılır, artı eksi bir yirmi yıl sürer o kadar. “Şair olacak kadın”ın da o kadarcık ısrarı olsun artık.

2- Bir yazınızda “Şiirin ihtiyaç duyduğu iyilik değil adalettir” demiştiniz. (3) Ben şiir kamusundaki bu eş dost ilişkilerinin sizin bahsettiğiniz şeyin “İyilik” kısmına denk geldiğini düşünüyorum. Ama mesela dergicilik özelinde, kardeşinin şiiri bile olsa, “Bu şiir gerçekten kötü, ben bunu basmam.” demeyi de bahsettiğiniz şeyin “Adalet” kısmıyla ilişkilendiriyorum. Yine benim tespit edebildiğim kadarıyla, bugün İtibar dergisi özelindeki bu “iyi insan” merkezli şiir dergiciliği durumunun sorumluları, İkinci Yeni şairleri. En başta da Cemal Süreya. Cemal Süreya, Papirüs’te, meyhaneden tanıdığı iyi çocukların şiirlerini basmaya başladığında eleştirel öncelik şiir dergisinin kapsamından çıktı. Natama’da “Geçerken Konuşulanlar” bölümünde yaptığınız bir görüşmede Hüseyin Cöntürk de –dergicilik konusunda- Turgut Uyar için benzer şeyler söylüyordu. Peki, sizin Natama’da nasıl bir önceliğiniz var? Şiirler ya da yazılar, gönderen kişiye bağlı olarak değerlendirmeye alınabilir mi?

Enis Akın: Edebiyatta benim gördüğüm şu: Esir almak istediğinizi översiniz. İyilik olsun diye övgü yoktur, doğrudan ve düpedüz kötülüktür, savaş taktiğidir. Hangi maçtı hatırlamıyorum, 2013 sezonunun ilk sezonunda Galatasaray’ın bir maçında Drogba soldan avut çizgisi üzerinde çok acayip bir hareket yaparak rakibini çalımladı, sonra da Burak Yılmaz’a “al da at” bir pas verdi, Burak da dokundu, gol oldu. Şimdi tam bu anda Burak ne yaptı? Drogba’ya mı koştu, teşekkür etmek için? Hayır, seyircilere koştu, göğsünü yumruklayarak “bakın ben ne yaptım” dedi. “Büyük” golcü önce hak edene hakkını verecek. Yoksa ona büyük golcü diyemiyoruz, Burak’a da diyemediğimiz gibi. Büyük golcünün üzerinde bir dirhem “Sezar’ın hakkı” kalmayacak. Neden basit bir teşekkür bile edemiyorsun? Seni ne durduruyor? Türkçe şiirin meselesini “pastanın paylaşımı” zannetme üzerine kurulu projeler kimseyi bir yere götürmüyor. Türkçe diye bir şey varsa, bunu inşa edenler, aklı fikri okur bulmak olanlar değil edebiyatın gereklerini bir öncelik addedenler olacaktır, gerisi rant yemektir. Bunların adını koymak kötülükse, bu kötülük iyi/adil bir şeydir. Buna “iyi yapıyorsunuz/aferin” demek mide bulandırıcı bir şeydir.

Yeni yazılmış çok iyi şiirlere rastlıyorum, çok iyi şairler var, umarım onlardan bahsedeceğim. Bence şiiri iyi bilen bir kuşak geliyor. Ancak şairin duruşu konusunda aynı şeyi söyleyemem, o zaman da hem şiire hem duruşa bakıyoruz doğal olarak, yazı kurulu olarak. Eş dost şiiri henüz basmadık, belki basarız da önemli değil.

Bir golcünün en güzel golü atmak istemesinde, bir şairin en iyi şiir yazmak istemesinde hiçbir sorun elbette yok. Rekabet illa ve hemen kötü bir şey değil, ancak diğerlerini kendi başarısının aksesuarı yapmak, o kötü. Şairler pasları verenlere teşekkürlerini esirgemekle büyük olunacağını kimden öğrenmişse yanlış öğrenmişler. Eleştiri yazıları yazmanın kariyerine zarar vereceğine veya diğer şairleri okumanın kendi şiirini bozacağına inanan şairler çok yanlış öğrenmişler: Edebiyatta etkileşimsizliğin propagandasını yapmaktalar. Bu bir formül değil ama iyi şiir diyalog gerektirir. Pardon ama çağdaşlarını okumadan bok yazarsın, birçok anlamda.

3-  Yıl 2014 oldu ama Türkiye’de hâlâ dokunulmaz olan şairler var. En son, yine sizin Enis Batur ile ilgili Natama’nın dördüncü sayısında -Orhan Koçak ile yaptığınız bir görüşmeyi aktarırken- söylediğiniz şeylerden sonra bir Enis Batur kampanyası başlamıştı. Birçok kişi sosyal medya ya da başka yerlerden Enis Batur sevgisini dile getirdi, dizeler falan paylaştı. Ben kendi adıma bu kadar Enis Batur seveni olduğunu bilmiyordum. Enis Batur ne ara bu kadar “dokunulmaz” oldu onu da bilemiyorum. Benzer bir şey İsmet Özel için de geçerli. Ben bir yerde İsmet Özel ile ilgili alaycı birkaç şey söylediğimde ertesi gün kullandığım mail ya da sosyal medya adreslerine küfürlü şeyler gelmişti. Bu sadece bu iki isim için değil Nâzım Hikmet ve maalesef –bunu son birkaç yılda daha çok görmeye başladık- Ece Ayhan için de geçerli. Hatta belki sizinle ilgili bir eleştiri getirdiğimizde bile “Hop, bi dakka.” diyecek insanlar vardır memlekette. Şairleri bu milletvekilliğinden nasıl kurtarabiliriz? Putlaştırmak yerine kırmak bir seçenek olabilir mi?

Enis Akın: Eski bir dostum “Şiir Postası”ndan kovulduğu zaman destek için ben de ayrılmıştım ama o daha sonra feyk bir kimlikle girip kendisi hakkında konuşulanları dinleme ihtiyacı duymuştu. Bunu hiç yapmadım. Birinin bana söyleyecek bir sözü varsa bana söyler/adımı anar, bunu yapmıyorlar, satır aralarında mesaj aramamı bekliyorlarsa boşuna bekliyorlar.

Konudan tüitırda haberim oldu. Orhan Koçak’a şunu sormuşum: “Bana Enis Batur hep biraz kendini yazarak var eden biri gibi gelmiştir. Ama burada klasik anlamında kendini yazarak var eden değil, yani örneğin bir şehre gider, orada trene biner, döner, gezi kitabı yazar, oraya da tren biletinin fotoğrafını koyar, çünkü eğer koymazsa Enis Batur külliyatı içinde o tren bileti yer almayacağı için aslında yaşanmamış olacaktır. Yazı-adam yapar kendini. Ne diyorsunuz?” Bunu okuyup mu Enis Batur’u savunma ihtiyacı duymuş insanlar. Bunda ne var? Ayrıca Enis Batur’la ilgili ilk defa yazıyor değilim, fikirlerimi “Kekeme Türk Şiiri” içinde de ifade etmiştim. 25 yıldır edebi eleştiriler yazıyorum, hep dışarıda kaldığına inanan birileri, “hassasiyet geliştirmeyi” tercih ediyor. Ne yapsın onu da anlamak lazım.

Kimsenin birbirini samimiyetine inanmadığı yerde iletişim olmaz, işçilerin ölümüne üzülüyorsun, darbe provası diyorlar, işte biz Berkin Elvan’ı kapağa aldık diye “kullanıyor” dediler, İzzet dedi, çok klişe bir iftira, Gezi’deki ölümler, Soma’daki ölümler, akepecilerde zaten başka bir argüman yok: “kullanıyorsunuz”. Şunu söylüyor aslında “samimi değilsin” –İyi de sen kimsin? Kimin samimi olduğunu kimin olmadığını belirleyebilecek bu kibri kimden devşirdin? Birini anmadan birine üzülmeden önce sana mı sormalı insanlar? Marşo vermeden, gizli gizli “teşhir sevinci” her kitaba göre ahlaksızca bir şey. İktidarı savunarak şair kalabileceğini sanıyor ve bu sanılarını rasyonelleştirebilecek argümanları bulunca çocuk gibi seviniyor İzzet Yasar. Beynini yitirmiştir; akepe kötü görünmesin diye Türkiye’deki kadın cinayeti istatistiklerini dünyayla karşılaştırıp “yahu o kadar da kötü değiliz” diyecek kadar, yitirmiştir. Ece Ayhan’dan buraya pes dedirten bir yol.

İnternette şu anda sanki despota karşı bir zemin sağlarmış gibi görünüyor ama esasen çok faşist pratikler işliyor; mahalle baskısı, linç kültürü, ahlaksız çarpıtma, sidik yarışı, beyinsiz iftira gırla gidiyor. Elbette 132 karakterle (İzzet sevinsin diye yanlış yazıyorum) tartışma yapmayacağız, ama öyle vahşi bir topluluk kültürü oluştu ki en son iki örneği: Erdoğan demediği halde “yahudi dölü” dedirtildi ve Yılmaz Özdil’in Soma kinayesi bilerek ve isteyerek yanlış anlaşıldı. Bunlar iletişimin unsurları değil, inadına sağırlaşmanın unsurları. Eskaza tüitır partisi hükümeti devirmekte başarılı olursa ve sol bir hükümet çıkarsa, buraya yazıyorum, o sol iktidarı o “tüitır partisi” donunda sallayacaktır. O zaman internetteki “sürü ahlakı” daha iyi anlaşılır belki. En temel diyalog öğesi olan soru hiç yok, her yer cevap dolu ve gerçekten haberleşme anlamında iletişime gerek olmayan zamanlarda yani Gezi gibi olaylar dışında, bu cevapların yarattığı tahakküm, otorite, iktidar inanılmaz boyutta.

Enis Batur, İsmet Özel, hele de Ece Ayhan, eleştirilince azalacak isimler midir? Orhan Koçak söyleşisi bugün yapılmadı, 2006 yılında yapıldı. O zamanlarda Enis Batur önemli bir yayınevinin yayın kurulunun yöneticisi konumunda birisiydi, bununla kalmıyordu her hafta bir derginin, kitap ekinin kapağında portresi beliriyordu. Bunu konu yapıp ağızlarına söz alanlar açık arıyorlar, açık aradıklarını o kadar belli ediyorlar ki zavallılıkları görünüyor. Çok çiğ.

4- 1989’dan itibaren -belki daha öncesi de vardır ama ben en son o tarihe kadar inebildim-Turgut Uyar üzerine birçok yazı yazdınız. Bu yıllar içinde Turgut Uyar sürekli, basamak basamak popülerleşti ve en son Gezi Olayları sırasında –neredeyse-  direnişin araçlarından birisine dönüştü. Sizin en son yazdığınız Turgut Uyar yazısı için (“Turgut Uyar’ın “Bir Apoletli Şair” Olarak Portresi(4)) bir “Gezi Sonrası Turgut Uyar Yazısı” değerlendirmesi yapılabilir mi? Bundan sonra Turgut Uyar’a Gezi’den bağımsız yaklaşmak pek kolay olmayacak gibi görünüyor. Hatta Turgut Uyar’a  “dokunmak” da bundan sonra zor olacak gibi görünüyor.  Bu noktada sizin yazınız ve Yılmaz Varol’un “Çift Cepli Gömlek”(5) yazısı yeni bir Turgut Uyar portresi için atılmış ilk adımlar gibi oldu. (Ben bu yeni portreye –belki yanlış bir değerlendirme olabilir ama-: “Turgut Uyar da sütten çıkmış ak kaşık değil” diyorum kısaca.)  Siz iki yıl öncesinde “Artık Turgut Uyar’ı sevmeyebiliriz” de demiştiniz ama bu yeni Turgut Uyar portresinin oluşmasında Gezi sürecinin de bir etkisi var sanırım?

Enis Akın: Turgut Uyar hakkında Defter’de, Yasakmeyve’de ve Natama’da yazdım. Önemli şair. Şimdi iyice yerine oturdu; hakkı ödenmemiş birini eleştiremezsiniz; ama hakkı olan yere gelen birini eleştirmek gerekli, iyi edebiyatın gündemi bunu gerektirir.

Gezi’nin etkisi her şeyde çok var, Turgut Uyar yazısında da var. Turgut Uyar Gezi’deki “#şiirsokakta” heşteginde de görüldüğü gibi krallığını ilan etti, dolayısıyla Uyar’ı eleştirmenin de yeri geldi. Özellikle “göğe bakma durağı” klişeleştiriliyor; eskiden eleştirilmeden yerin dibine batırılırdı, şimdi de aynı tavırla eleştirilmeden yüceltiliyor. Gezi ruhu diye bir şey varsa, bunun kralları devirmeye olan ihtiyaçla bir ilgisi olsa gerek.

5 yıl öncesine kadar Türkçe edebiyatta belki anti-faşist bir ittifakın varlığından söz edilebilirdi, Gezi’ye kadar. Geziye karşı hükümetin takındığı tutum bu edebi ittifak açısından sağdaki tarafı daha sağcılaştırdı, solu solculaştırdı. Bu “sağın daha sağa doğru hareketinin” ilk örneklerinden birisi aslında Gezi’den önce Natama’da yaşandı. Edebiyatı “terbiye ettiklerini” sanan bazı kimseler, bir şiir personasına karşı, adına şiir, şair, edebiyat dünyası denen ne varsa kendilerini sonsuza kadar bunun dışına kilitleyecek bir tepki gösterdiler. Edebiyatın boyun eğmeye, otoriteye âşık insanlar tarafından üretilebilmesi söz konusu değil.

5-  Şiir eleştirilerinizde sıkça değindiğiniz bir konu var. Ben bunu ilk olarak “Edebiyata Ahlâk?” yazınızda görmüştüm.(6) Özetlemek gerekirse, bu yazılarınızda, İkinci Yeni’ye karşı çıkanların aslında doğru bir noktadan hareket ettiklerini fakat “cahillikleri” ya da konumlarını belirleyecek birikimden uzak olmaları sebebiyle bu karşı çıkışı net bir duruşa çeviremediklerinden bahsetmiştiniz.(7) Ayrıca bugün bile İkinci Yeni şiirinin tam olarak analiz edilemediğini ve bunu itiraf edecek cesaretten de yoksun olduğumuzu söylediniz.(8) Ben tüm bunların bir 30 yıl sonra “deneysel şiir” için geçerli olacağını düşünüyorum. Bugün de aslında “fireleri olmasına” rağmen “deneysel şiir” “anlamsız, bireyci, soyutçu” gibi ne ifade ettiği tam olarak belli olmayan kavramlarla eleştiriliyor. Ve bu aslında zamanında İkinci Yeni’ye getirilen eleştirilerle birebir benzerlik gösteriyor. Mesela Serkan Işın’a sadece “Görsel şiir, şiir mi?” gibi bir argümanla yaklaşıldığında bu durum eleştiriden ziyade mizaha dönüşüyor. İşte bu sebeplerle, yani doğru dürüst bir eleştiri getirilememesi nedeniyle, 30 yıl sonraki İkinci Yeni, “deneysel şiir” olacak gibi görünüyor. Bugün İkinci Yeni’nin kusursuz görünme nedeni ne ise ileride de “deneysel şiir”in kusursuz görünme nedeni aynı olacak sanırım: Tutarlı eleştiri eksikliği. Bence şiirin asıl meselesi de okursuzluktan ziyade bu: Eleştirisizlik. Siz ne dersiniz?

Enis Akın: Heves’te iyi niyet vardı ama tasarım olarak kötüydü. Örneğin yazıda geçen isimlerden klişe kelle fotoğrafı kullanırlardı, yazıda geçen isimleri yazarından habersiz kalın yapma alışkanlıkları vardı, kapak tasarımı vs. “Beyaz alanların kullanımı” diye bir sorunun farkında bile değildi örneğin. Bu derginin deneysel şiir gibi (hele de seyrek de olsa görsel şiir gibi) bir öneriyle ortaya çıkmış olması orta boy bir felaket aslında. Mehmet Öztek’le bir söyleşi yapmıştık. Ses de getirdi, ama o kadardı benim için. Deneyciliğin adının Heves’le beraber anılmasına pek anlam veremiyorum. Ama Karayazı örneğin başka bir konudur, daha sonra başlamıştır ama onun duruşunu önemserim, sözünü dinlerim. Orada yazan arkadaşlar az çok bir paralelde konuşur, kendileri dışında bir dertleri vardır, Türkçe diye bir dertleri vardır, bence. Tabii Heves’le Karayazı bunlar Türkçe edebiyatın iyi örnekleri, öte yanda örneğin Kitap-lık dergisini hala okuyan kaldı mı bilemiyorum. Kim onları bu işe memur ettiyse yıllardan beri aynı bezgin memuriyet havası bütün sıkıcılığıyla sürüyor.

İkinci Yeni’de olan ve eğer ileride o anılmaya değer görülecekse Deneysel Şiir’de olmayan sizin de belirttiğiniz gibi eleştiridir. Deneysel şiir norm olmuştur, ama herhangi bir teorik altyapısının kurulabildiği söylenemez; tabii “Türkçe şiirde biçimin tarihini yazıyor” gibi reklamasyon cümleleri sizin için bir şey ifade etmiyorsa… Bunu daha yukarıda ilişkisizliğin bir sonucu olarak gösterdim, deneysel şiirin modası geçti, “politik şiir” modası çıktı. Şiirin politikleşmesini küçümsediğim sanılmasın, ama bunun moda edilmesini küçümsüyorum. Deneyciliği de, açıkçası, küçümsemiştim. Şiir yazabiliyor musunuz? Sonuca bakılır şiirde, gidiş yoluna kimse puan vermez.

Edebi diyalogu övüyorum, sadece onun sonuca ilişkin bir faydası olabilir, Ece Ayhan ve Fazıl Hüsnü Dağlarca hem Baylan pastanesinde oturup çay içerken hem de rekabet edebiliyordu, yani bir “diyalog” içindeydiler. “Eleştiri yazısı yazın.” Bunu söylüyorum. 




Notlar:

(1) İsim vermeden konuşmak “gönderme” yapmak gibi oluyor. O yüzden burada Celâl Fedai’yi ve Hece dergisinde yayımlanan “Münasebetimiz Olayların Üstündedir” yazısını kastettiğimi belirtmek isterim.

(2) “Mavi” dergisi ve 1950’li yılların başlarında şiirde bağlanma tartışması üzerine bir not” (Varlık – Aralık 2009) Ya da şuradan: http://enisakin.blogspot.com.tr/2010/12/mavi-dergisi-ve-1950li-yllarn-baslarnda.html

(3)  İnternet çağında iyi kalmak: İtibar dergisi (Duvar Dergisi, sayı 2, s.59-60 Mayıs 2012) Ya da şuradan: http://enisakin.blogspot.com.tr/2013/04/internet-cagnda-iyi-kalmak-itibar.html

(4)  “Turgut Uyar’ın Bir Apoletli Şair Olarak Portresi” ( Natama S.5, Ocak, Şubat, Mart 2014)

(5)  Yılmaz Varol “Çift Cepli Gömlek” (Duvar S.10, Eylül, Ekim 2013)

(6) İnsan çevresindeki çatışmalardan bağımsız düşünülemez. İnsanın bu çatışmalarda taraf olmayı reddetmesi, insan olmayı reddetmesidir. Bunlara lafım yok. Beyin, kişinin çevresindeki çatışmalarda birer birer taraf olmasıyla büyür. Kuşkusuz bununda sınırları var: Kişinin taraf olduğu çatışmalar gelişmişliğine görecedir. Bireysellik bu yöntem ve bu sınırla var olabilir, gelişebilir. Sınır olmazsa ne olur? Bu artık seçmek değil yargılamak ve karalamaktır. (Örneğin cahil Asım Bezirci İkinci Yeni şiirine karşı) Bu yargı rastlansaldır. Kişi taraf olduğu çatışmayı bilmeyince (rastlansal olarak) taraf olduğu tarafından belirlenecektir. Aynı anlama gelmek üzere olduğu yerde duracak veya gerileyecektir.”(“Edebiyata Ahlâk?” Edebiyat Dostları, S. 11 içinde, Mart 1988)

(7) “Attilâ İlhan, Asım Bezirci, Özkan Mert, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, İsmet Özel ve dönemin bazı reel-sosyalist şairleri bu şiir akımına 60’ların ortalarından başlayarak gerici, bireyci, soyutçu, anlamsız, kaçış gibi sadece kendi politik hedefleri açısından anlamlı olacak sıfatlar uygun gördüler. (…) İkinci Yeni’nin “burjuva şiiri” olduğunu demeye getiriyorlardı ki bu aslında hiçbir zaman derli toplu bir eleştiri yapmamış olmamaları ve karalayıcı üslupları bir kenara bırakılırsa, doğruya yakın bir tespitti, ancak tam olarak tanımlayamadılar. Tanımlayamazlardı, çünkü bunun için kendi iktidar-severliklerini masaya yatırmaları gerekirdi.” (“Turgut Uyar’ın Bir Apoletli Şair Olarak Portresi” ( Natama S.5, Ocak, Şubat, Mart 2014.)

(8) “Netice olarak İkinci Yeni, Türk Şiiriyle entegre edilemeden kaldı. Bugün bile şairler kayıtsız şartsız kabulle, kayıtsız şartsız ret arasında bölünmüş durumdadır. Analiz edemedik ve analiz edemediğimizi kendimize itiraf edecek cesaretten de yoksunuz” Ayrıca bkz: “ Eğer, Türk Şiirinde 1990-2010 arası yazılanlar özel bir biçimde hatırlanacaksa, ister eleştirenlerin öfkeli saldırılarıyla, ister tutkulu takipçileriyle olsun "deneysellik" gibi bir kavramla birlikte hatırlanacak.” (“son yıllarda şairin duruşu (bir iç hesaplaşma)”, Karayazı, S. 14, 2011)



Enis Akın’a cevapları için teşekkür ederiz.

Beş Soru başka konuklarla devam edecektir:



http://behcetbey.blogspot.com.tr/2013/12/bes-soru-nedir.html

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Şerhh Neden Çıkmalıydı?



Sanatın sunulma alanları her geçen gün çoğalıyor, farklılaşıyor. İnternet'te sanat mümkün mü? sorusunun cevabı artık çok net: Mümkün.

Ama tüm bu sanal imkânlara rağmen edebiyat-şiir alanında bu mümkünlerin kıyısı hâlâ dergiler. Hadi öykü ve romanı da eleyelim. Türkiye’nin öykü dergisi geçmişi zaten verimli değil. Edebiyat dergilerinde bir bölüm öykülere ayrılır bu da genel beklentiyi çoğu zaman karşılar. Arada Adam Öykü ve Sarnıç gibi istisnalar da var elbette ama öykü için dergicilik hiçbir zaman bir şart olmamıştır.

Bununla beraber şiir, dergisiz olmaz. Düşünülemez bile. Hatta kanaatimce, dergi işlerine bulaşmamış adamdan şair falan da olmaz. Evinde oturup sağa sola şiir yollamak, kendi mecranı yaratmak yerine hazır olana konmak kolaydır elbette. Ama eğer mesele şiir ise, kendi dergini, kendi mahfilini oluşturmazsan sadece abilerinle çektirdiğin fotoğrafa kafanı uzatırsın kardeşim.

Türkiye’nin şiir geleneğinde bir olay çok yaşanmıştır. Gencinden bir şair çıkar ve kendisinden önce yapılanlara kısa bir siktir çeker, büyük şairlerle dalaşır, sonra da iyi kötü kendi dergisini yapardı. Bugün sadece şiirleriyle tanıdığımız birçok değerli isim aynı zamanda dergicidir. Orhan Veli’den tut Cemal Süreya’ya kadar hepsi. Ama 2010’larla birlikte başka şeyler oldu. Büyüklerine saygısızlık yapması gereken genç şair birden sevgi adamı oldu. Masayı dağıtıp kalkması gerekirken o masalara oturmak için çabaladı. Kendi dergisi ile uğraşması gerekirken hazıra kondu. Oldu da oldu yani.

Bu işlerde bulunduğunuz ortam da çok önemli elbette. Mesela benim kendi açımdan şansım Şiir Topluluğu’ydu. Ben ilk şiirimi de “dergi çıkacak şiir lazım” dendiğinde yazmıştım. Felakete yakın olan “kuytu” yazılarım yetmediğinde yazmıştım Amokachi’yi. Aynı şekilde, sonraki tüm şiirlerimi de “dergi çıkacak” motivasyonuyla yazıyordum. Bu bana özel değildi. Hepimiz öyleydik. Normal hayatta, sabah kalkıp şiire oturmuyorduk mesela. Ortaya çıkaracağımız dergi için oturup şiir çalışırdık, yazı çalışırdık. İşte bu şekilde daha yirmili yaşlarımızın başında iki sayı Ş Şiir, dört sayı da Son’at çıkarmıştık. Bir anlamda şiirden evvel şiir dergiciliğine başlamıştık.

O işlerden sonra bir sürü proje oldu ama hiçbirinde muvaffak olamadık. Küçüle küçüle en sonunda şerhh kadrosuna geldik. Ama bu küçülme niteliği artırdı, dergiyi gördüğümde böyle hissettim doğrusu. Merkez dergiler her zaman olacaktır. Hepimiz başka yerlerde de işleri çıkan insanlarız. Ama küçük de olsa kendi mahfilimizi yaratmamız şarttı. Belki 15 sayı üst üste çıkaracağız belki de 4-5 sayıda kalacağız, hiç fark etmez. Önemli olan o çabanın bir yere ulaşması, beş kişi bile okusa ortada nitelikli bir işin olması. Ve en önemlisi, bunların ülkenin çok çok küçük bir azınlığını ilgilendiren boşlukla, yani şiirle ilgili olması. Şerhh çıkmalıydı, çıktı. Çünkü boşluğa biraz daha boşluk lazımdı.

Altyazıdan da Şiir, Altyazıdan da Tak Tak



Ben, Sen, O, O (1976)

ve böylece ayrıldım dar bir koridoru uzandım
birinci gün tamamen pencerenin gibi taşıdım
sonra onu kaldırıp ilk duvara kendimi ifade edişim
kıyafetlerimi aniden ve altı sayfa boyunca düzelttim
yerdeki en az 28 olmasını nefesimle ayakta bekledim
biraz zaman ya da soğuk için eldiven yaşanamadan
artık birisi çok uzun süre uzaktan baba bakıyordu

dokuzuncu gün yoldan geçenler bana sesleri sonraları
pencereden birkaç kimseyi de kamyon ranzasıyla acıktığımda
ama memlekette sanırım kış zamanı kasım diye itaat bağırdım
direksiyon simidinde gördüm senin gibi enerjim yüksekten düşüyordu
ilgilenecek biri sanki çocuk o da sanki beni görmek keza o da beni çok
cumartesi ve pazarları dizlerimin gibi hissettiriyordu okunuşu resimleri var kucağımdan bilemiyorum yoldan saatlerce iki geçmiş olmalıyım

Je, tu, il, elle




Film: Je, tu, il, elle (1976) - Chantal Akerman
Çeviren: Cemocem
Şiir eden: Uğur Eymirli - Aras Keser


Daha önçe Şeyderg'de yayınlandı