Tanpınar ve Uykular
Ahmet Hamdi
Tanpınar’ı az çok okuyan herkes, hikâyelerinde ve romanlarında uykunun ve
rüyanın vazgeçilmez bir önemi olduğunu bilir.
“Saatleri
Ayarlama Enstitüsü” ya da “Mahur Beste” ama özellikle “Aydaki Kadın”da uyku ve
rüyalar sık sık karşımıza çıkar. Tanpınar, hikâyelerinde de, mesela “Abdullah
Efendinin Rüyaları”’nda ya da “Geçmiş Zaman Elbiseleri”nde, uyku ve rüyaları
dramatik yapının merkezine yerleştirir.
Bir Tanpınar
karakterinin genel özelliklerini sıralasaydık öncelikle kederli bir adamdan
bahsetmek durumunda kalırdık. Bu kederli adam genelde okumuş, gezmiş, görmüş
bir adamdır. Batıya hayran bir tarafı olsa da yerel kültürden, özellikle de
yerli musikiden asla vazgeçemez. Tartışmaları da genelde bu minval üzerinedir.
Karşısına çıkan insanlar ise ya bütünüyle şarkçıdır ya da şarkın artık
geçilmesi gerektiğini söyleyen Jöntürk ardılı batıcılardır.
Bu iki dünya arasında
sıkışıp kalmış karakterler kâh İstanbul’u gezerler, kâh çeşitli kadınlara âşık
olurlar. Bazen de musiki eşliğinde kaçırdıkları fırsatların muhasebesini
yaparlar. Musiki, Tanpınar edebiyatının lokomotifidir. Bütün edebiyatı bir
anlamda musikiye ulaşma, o ritme yaklaşma arzusudur. (Bunun tek istisnası
“Aydaki Kadın” romanıdır. Burada devrede olan sanat resimdir.)
Peki, uykular ve
rüya Tanpınar edebiyatında tam olarak neyi ifade eder? Bunun için birçok
Tanpınar okuyucusu bir düşünce geliştirebilir sanırım. Benim düşüncem ise
Tanpınar’da uyku ve rüyaların bir “kaçış”ı yahut “kaçırma” yı imlediği yönünde.
Peki, neyden kaçış? Birçok şeyden elbette. Bazen içinde yaşadığı coğrafyanın
getirdiği kederden kaçış, bazen de bütünüyle yorulmuş bir zihnin yarattığı karmaşadan
kaçış. Ama tüm bunları tek bir kavram üzerinden belirtmek gerekirse Tanpınar’da
kaçış bütünüyle “zaman”dan kaçıştır.
Tanpınar’ın
Aydaki Kadın adlı yarım kalmış romanı şöyle başlar:
“Uyandım.
Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye,
oradan dünyaya gireceğim.”
“Uyandım.
Uyanıyorum “ zamanın bu içrekliği, belirsizliği, şüpheyle yaklaşılan
bir durumdur. “Uyandım” lafının çağrıştırdığı di’li geçmiş zamanın ardından
Tanpınar şimdiki zamanı imleyen “Uyanıyorum” lafını da ekleyerek ne
yapmak istemişti? Büyük ihtimalle zamandan yana duyduğu şüpheci tavrı göstermek
istemişti.
Zamanın genel
geçerliği, birçok önemli yazar gibi Tanpınar için de bir problemdir.
Tanpınar’ın zamanla kurduğu bu “şüpheci” ilişkinin kaynağını merak ettiğimizde
ise iki tane Fransız ile müşerref olmak durumunda kalırız: Henri Bergson ve
Marcel Proust.
Bergson ve Süre
Tanpınar sık sık
bu iki ismi “etkilendiğim muhteremler” diyerek telaffuz eder. Henri Bergson’un
Tanpınar için önemi, Bergson’un “zaman” ile kurduğu tuhaf ilişkiden gelir.
Bergson için zaman mümkün olan bir şey değildir. Genel geçer olan ve günlük
hayatımızı bölümlere ayırmamızı sağlayan zamanın tarihi çok eski değildir.
(Günün bölümlere ayrılması Arkaik dönemde başlamıştır. Saniyenin kalp atış
ritmine göre düzenlenmesi ve günün de saniyeden başlayarak dakika ve saatlere
ayrıştırılması Arkaik dönemde yapılmış bir uygulamadır.) Bergson’da önemli olan
mefhum ise “Süre” dir.
Tanpınar,
Bergsoncu “Süre” mefhumunu bir anlamda rüyalarla kelimeleştiriyor. Peki,
Bersoncu anlamda Süre nedir?
Bergson’un bu
konuyla ilgili yaptığı en net tanımlardan birini “Dolaysız Veriler” adlı
kitabında bulabiliriz “Tümüyle saf süre, benimiz kendini yaşamaya
bıraktığında, şimdiki durumuyla önceki durumları arasında bir ayrım yapmaktan
kaçındığında, bilinç durumlarının ardışıklığının aldığı biçimdir.”
Yani süre bilinç
denen şeyin ta kendisidir. Bilincin içkin olduğu akıştır. Şu anda bulunduğumuz
durum hem az önce yaşadıklarımızı izler hem de onlarla iç içe geçer. Bu akış
içinde bilinç durumları sürekli iç içe bir vaziyet halindedir. (Serbest
çağrışım: Aydaki Kadın, Bölüm Bir: İç İçe) Bilincin akışı da belirli bir
istikamette ilerlemek yerine, geriye doğru çekilen Klee’nin meleğinin arkasında
bıraktığı ve giderek büyüyen bir yığın gibidir. Bilinç, belirli bir ilerlemeden
çok, birikmedir. Bu yüzden yaşadığımız yeni bir an tüm geçmişimizi
değiştirmektedir.
Bergson için
“Süre”ye ulaşmanın yolu kendimizi bütünüyle yaşamın içkin akışına bırakmaktır.
Başımıza gelenleri “iyi” “kötü” “adaletli” “adaletsiz” gibi şüpheli kavramlarla
değerlendirmek yerine olduğu gibi ele almaktır. Zamanın homojenleşmesi ancak bu
akış sayesinde gerçekleşir. Bergsoncu “Süre” kavramında her şey bir şimdidir.
Geçmiş bile eski şimdidir. Homojen hale gelen zamanda, yani sürede her şey
içinde bulunduğu akış içinde değerlendirilir. Bu yapılmadığında akıştan
dolayısıyla yaşamdan kopulur.
Süre mefhumunda
her şey toplu bir şimdidir. Pratik yaşamda böyle bir duygu duruma gelmek epey
çaba ister. Zira günlük hayatın “gerçeği” bilincin maruz edilmesi ve yaşama
kaçmaması üzerine kurulmuştur.
Peki,
Tanpınar’da Bergsoncu Süre kavramı nasıl devreye girer? Bana kalırsa Tanpınar,
zaman ile kurduğu Bergsoncu ilişkide, uyku ve rüyaları Süre’ye ulaşma yolları
olarak seçer.
Zamanın
homojenleştiği bütün bir geçmişin şimdide sıkıştığı rüya alanları Tanpınar’ın
Süre’yi uygulama sahasıdır. Unutulmuş eski bir musiki parçası ya da Şeker Ahmet
Paşa’nın hiç bilinmeyen bir tablosu bir sevgilinin yüzü ile iç içe geçerek
rüyanın bu süre-akışında terennüm eder. Tanpınar da eserlerinde bu bölümleri
öyle keyifle anlatır ki okuyucu da zamandan kaçılan bu “edebi” akışın parçası
olur.
Peki,
Tanpınar’ın bu Bergsoncu uygulaması ne kadar başarılıdır? Süre mefhumu
Bergson’un her yapıtında farklı bir alana evrilir. Biz sadece ilk haliyle, “Dolaysız
Veriler”de tanımlandığı haliyle Süre kavramını ödünç aldık. Ama Bergson’un
sonraki kitaplarında, Süre kavramı bütünüyle evrenin bir hareketi olarak ele alınır.
Bergson daha sonra “Yaşamsal Atılım” ve “Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı” adlı
kitaplarında Süre kavramının yanına Sezgi kavramını (Bergson’da Sezgi insanın
kendi varoluşunun bilincine yani süresine ulaşması sonra ise yaşamsal hareketin
kendi kendinin bilincine varmasıdır.) ekleyerek, Süre’yi yaratıcılığın kaynağı
olarak gördüğü “Neşe” ile bütünleştirir ve kavramın sınırlarını epeyi
genişletir.
Tanpınar,
elbette bütün bu gelişimi izleyerek kendi eserine katmamıştır. O daha çok
Süre’yi ilk haliyle, yani psikolojik tanımının yapıldığı şekliyle ele almıştır.
Tanpınar’ın Bergson ile direkt bir ilişkisi yoktur. Bergson’a ulaşmak için
çeşitli aracılar edinmiştir. Bu aracılardan en önemlisi ise Marcel Proust’tur.
Proust ve İstemdışı Bellek
Tanpınar,
Bergson’u Marcel Proust üzerinden tanımıştır. Bergson’un öğrencisi olan Proust
çok etkilendiği hocasının felsefesini edebi bir şeye dönüştürmek konusuna
hayatını adamıştır. Başyapıtı “Kayıp Zamanın İzinde” Bergson felsefesinin edebi
özetidir. Tanpınar ise hem yerli kültüre duyduğu sevgi hem de başka
sebeplerden ötürü bu felsefeyle “derin” bir ilişki kurmak yerine kısmen
faydalanmıştır. Onun güzergâhı Bergson’dan çok Proust’tur. O yüzden “Süre” gibi
bir mefhumu çok daha çetrefilli olan pratik hayat üzerinden değerlendirmek
yerine rüyalar ve uyku üzerinden değerlendirmiştir.
“İki uyku
arasında imiş gibi kendi içine dalmış konuşuyordu” Proust’un bu
cümlesi hem Tanpınar’ın hem de Proust’un yaptıkları ya da yapmaya çalıştıkları
şeyin ufak bir özetidir. (Bkz. Mahur Beste Bölüm 1: İki Uyku Arasındaki
Düşünceler) Albertine ya da Gilbert. Sabiha ya da Selma. Karakterler hep
aradadır. Merkez ise zamandır. Zamandan kurtuluş süredir.
Tanpınar’da Süre rüyadır. Proust’ta ise kaybolup giden anlar.
Proust’un bir
başka farkı da Tanpınar’ın aksine “Süre” mefhumundan çok Bergson’un “Bellek”
kavramıyla daha çok ilgilenmesidir. Hem Proust hem de Bergson için Bellek, “Fiili
olmadığı halde gerçek, soyut olmadığı halde zihinseldir.” İkisi de geçmiş
denen şeyin kendi içkinliğinde var olduğuna inanırlar. Ama bu noktadan sonra
Proust’un bir filozoftan ziyade büyük bir yazar olduğunu anımsatan o fark
devreye girer. Geçmiş kendi içkinliğindedir evet. Geçmiş bir anlamda kendi
içinde korunur. Bu Bergson için yeterlidir. Her zaman olduğu gibi sorunu ortaya
başarıyla koymuştur. Ama Proust tam da bu noktada Bergson’dan ayrılır. Proust,
geçmişi kendi içkinliğinde kurtarmaktan bahseder. Evet, bir geçmiş vardır ve
kendi içinde sürmektedir ama bu geçmişi kendi içindeki biçimiyle nasıl
kurtarabiliriz? Sorusunu daha da güçlendirmek için bir filozoftan şöyle bir
alıntı yapar : “Hepimiz hatıralarımızı hatırlama yeteneğine sahibiz peki ya
hatırlayamadığımız bir hatıra nedir?” Ve bu “hatırlanamayan hatıra” ya
nasıl ulaşılır?
Tanpınar ve
Proust’un yolları burada tekrar kesişir. Tanpınar için bu hatıralara ulaşmanın
yolu uykulardır. Ama Proust daha çetrefilli bir yolu seçer ve “İstemdışı
bellek”ten bahsetmeye başlar.
İstemdışı
bellek, şimdi ve geçmişi ortak olan bir duygulanım özdeşliğidir. Yaşanmış ya da
yaşanması istenmiş iki anın arasındaki ilişki ve daha da derininde özdeşliktir.
İstemli bellek örneğin bize yediğimiz bir dondurmayı hatırlatır. Bu geçmişte
yaptığımız ve şimdi hatırladığımız bir şeyi düşünme akışıdır. İstemli Bellek,
olayları genel akışında ele alıp bağlamları dikkate almaz. Ama İstemdışı
Bellek, tam tersine, geçmişte yaşanmış bir şeyi bütün bağlamı ve manzarasıyla
yeniden canlandırır ve şimdiki duygulanımımıza özdeş kılar. O hatıra artık
geçmiş değildir. Bütünüyle şimdinin duygulanımıyla oluşturulmuş yeni bir
şeydir. Geçmişi kendi içkinliğinden çıkarıp Süre’nin akışına dâhil eder. Bu
duygulanımlar bazen öyle güçlüdür ki Proust bu şekilde yaşanan acıların
büyüklüğü karşısında şaşkınlık duyduğundan bahseder.
Bergsoncu Süre
ve Bellek kavramları her iki yazar için de güzergâh işlevi görmüştür. Proust bu
kavramları en derinine inmeye çalışarak incelerken Tanpınar özellikle rüyalar
konusunda bir başka ilgi alanı olan Psikanalize doğru kayar ve Freudçu kimi
uygulamalarını eserlerine davet eder.
İki
yazar ile bir filozofun kavramlar üzerinden homojenleştiği bu düzlem okura hem
yaşam alanında hem de düşünce alanında yeni kapıların var olduğunu ve bu
kapıların ardında daha başka odalar olduğunu hatırlatır.
Kaynaklar:
Ahmet
Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (Dergâh Yayınları, İstanbul, 1987)
Henri
Bergson, Madde ve Bellek (Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2007)
Gilles
Deleuze, Proust ve Göstergeler ( Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2010)
Gilles
Deleuze, Bergsoncyluk (Otonom Yayınları, Çev. Hakan Yücefer, İstanbul, 2006)
Marcel
Proust, Sodom ve Gomorra (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005)
Daha önce Natama 7'de yayunlandı.
Aras K.