16 Aralık 2014 Salı

Tanpınar, Uykular ve Fransızlar




Tanpınar ve Uykular

Ahmet Hamdi Tanpınar’ı az çok okuyan herkes, hikâyelerinde ve romanlarında uykunun ve rüyanın vazgeçilmez bir önemi olduğunu bilir. 

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ya da “Mahur Beste” ama özellikle “Aydaki Kadın”da uyku ve rüyalar sık sık karşımıza çıkar. Tanpınar, hikâyelerinde de, mesela “Abdullah Efendinin Rüyaları”’nda ya da “Geçmiş Zaman Elbiseleri”nde, uyku ve rüyaları dramatik yapının merkezine yerleştirir.

Bir Tanpınar karakterinin genel özelliklerini sıralasaydık öncelikle kederli bir adamdan bahsetmek durumunda kalırdık. Bu kederli adam genelde okumuş, gezmiş, görmüş bir adamdır. Batıya hayran bir tarafı olsa da yerel kültürden, özellikle de yerli musikiden asla vazgeçemez. Tartışmaları da genelde bu minval üzerinedir. Karşısına çıkan insanlar ise ya bütünüyle şarkçıdır ya da şarkın artık geçilmesi gerektiğini söyleyen Jöntürk ardılı batıcılardır. 

Bu iki dünya arasında sıkışıp kalmış karakterler kâh İstanbul’u gezerler, kâh çeşitli kadınlara âşık olurlar. Bazen de musiki eşliğinde kaçırdıkları fırsatların muhasebesini yaparlar. Musiki, Tanpınar edebiyatının lokomotifidir. Bütün edebiyatı bir anlamda musikiye ulaşma, o ritme yaklaşma arzusudur. (Bunun tek istisnası “Aydaki Kadın” romanıdır. Burada devrede olan sanat resimdir.)

Peki, uykular ve rüya Tanpınar edebiyatında tam olarak neyi ifade eder? Bunun için birçok Tanpınar okuyucusu bir düşünce geliştirebilir sanırım. Benim düşüncem ise Tanpınar’da uyku ve rüyaların bir “kaçış”ı yahut “kaçırma” yı imlediği yönünde. Peki, neyden kaçış? Birçok şeyden elbette. Bazen içinde yaşadığı coğrafyanın getirdiği kederden kaçış, bazen de bütünüyle yorulmuş bir zihnin yarattığı karmaşadan kaçış. Ama tüm bunları tek bir kavram üzerinden belirtmek gerekirse Tanpınar’da kaçış bütünüyle  “zaman”dan kaçıştır.

Tanpınar’ın Aydaki Kadın adlı yarım kalmış romanı şöyle başlar: 

“Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.”

Uyandım. Uyanıyorum “ zamanın bu içrekliği, belirsizliği, şüpheyle yaklaşılan bir durumdur. “Uyandım” lafının çağrıştırdığı di’li geçmiş zamanın ardından Tanpınar şimdiki zamanı imleyen “Uyanıyorum”  lafını da ekleyerek ne yapmak istemişti? Büyük ihtimalle zamandan yana duyduğu şüpheci tavrı göstermek istemişti.

Zamanın genel geçerliği,  birçok önemli yazar gibi Tanpınar için de bir problemdir. Tanpınar’ın zamanla kurduğu bu “şüpheci” ilişkinin kaynağını merak ettiğimizde ise iki tane Fransız ile müşerref olmak durumunda kalırız: Henri Bergson ve Marcel Proust.



Bergson ve Süre

Tanpınar sık sık bu iki ismi “etkilendiğim muhteremler” diyerek telaffuz eder. Henri Bergson’un Tanpınar için önemi, Bergson’un “zaman” ile kurduğu tuhaf ilişkiden gelir. Bergson için zaman mümkün olan bir şey değildir. Genel geçer olan ve günlük hayatımızı bölümlere ayırmamızı sağlayan zamanın tarihi çok eski değildir. (Günün bölümlere ayrılması Arkaik dönemde başlamıştır. Saniyenin kalp atış ritmine göre düzenlenmesi ve günün de saniyeden başlayarak dakika ve saatlere ayrıştırılması Arkaik dönemde yapılmış bir uygulamadır.) Bergson’da önemli olan mefhum ise “Süre” dir.

Tanpınar, Bergsoncu “Süre” mefhumunu bir anlamda rüyalarla kelimeleştiriyor. Peki, Bersoncu anlamda Süre nedir?

Bergson’un bu konuyla ilgili yaptığı en net tanımlardan birini “Dolaysız Veriler” adlı kitabında bulabiliriz “Tümüyle saf süre, benimiz kendini yaşamaya bıraktığında, şimdiki durumuyla önceki durumları arasında bir ayrım yapmaktan kaçındığında, bilinç durumlarının ardışıklığının aldığı biçimdir.

Yani süre bilinç denen şeyin ta kendisidir. Bilincin içkin olduğu akıştır. Şu anda bulunduğumuz durum hem az önce yaşadıklarımızı izler hem de onlarla iç içe geçer. Bu akış içinde bilinç durumları sürekli iç içe bir vaziyet halindedir. (Serbest çağrışım: Aydaki Kadın, Bölüm Bir: İç İçe) Bilincin akışı da belirli bir istikamette ilerlemek yerine, geriye doğru çekilen Klee’nin meleğinin arkasında bıraktığı ve giderek büyüyen bir yığın gibidir. Bilinç, belirli bir ilerlemeden çok, birikmedir. Bu yüzden yaşadığımız yeni bir an tüm geçmişimizi değiştirmektedir.

Bergson için “Süre”ye ulaşmanın yolu kendimizi bütünüyle yaşamın içkin akışına bırakmaktır. Başımıza gelenleri “iyi” “kötü” “adaletli” “adaletsiz” gibi şüpheli kavramlarla değerlendirmek yerine olduğu gibi ele almaktır. Zamanın homojenleşmesi ancak bu akış sayesinde gerçekleşir. Bergsoncu “Süre” kavramında her şey bir şimdidir. Geçmiş bile eski şimdidir. Homojen hale gelen zamanda, yani sürede her şey içinde bulunduğu akış içinde değerlendirilir. Bu yapılmadığında akıştan dolayısıyla yaşamdan kopulur.

Süre mefhumunda her şey toplu bir şimdidir. Pratik yaşamda böyle bir duygu duruma gelmek epey çaba ister. Zira günlük hayatın “gerçeği” bilincin maruz edilmesi ve yaşama kaçmaması üzerine kurulmuştur.

Peki, Tanpınar’da Bergsoncu Süre kavramı nasıl devreye girer? Bana kalırsa Tanpınar, zaman ile kurduğu Bergsoncu ilişkide, uyku ve rüyaları Süre’ye ulaşma yolları olarak seçer.

Zamanın homojenleştiği bütün bir geçmişin şimdide sıkıştığı rüya alanları Tanpınar’ın Süre’yi uygulama sahasıdır. Unutulmuş eski bir musiki parçası ya da Şeker Ahmet Paşa’nın hiç bilinmeyen bir tablosu bir sevgilinin yüzü ile iç içe geçerek rüyanın bu süre-akışında terennüm eder. Tanpınar da eserlerinde bu bölümleri öyle keyifle anlatır ki okuyucu da zamandan kaçılan bu “edebi” akışın parçası olur. 

Peki, Tanpınar’ın bu Bergsoncu uygulaması ne kadar başarılıdır? Süre mefhumu Bergson’un her yapıtında farklı bir alana evrilir. Biz sadece ilk haliyle, “Dolaysız Veriler”de tanımlandığı haliyle Süre kavramını ödünç aldık. Ama Bergson’un sonraki kitaplarında, Süre kavramı bütünüyle evrenin bir hareketi olarak ele alınır. Bergson daha sonra “Yaşamsal Atılım” ve “Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı” adlı kitaplarında Süre kavramının yanına Sezgi kavramını (Bergson’da Sezgi insanın kendi varoluşunun bilincine yani süresine ulaşması sonra ise yaşamsal hareketin kendi kendinin bilincine varmasıdır.) ekleyerek, Süre’yi yaratıcılığın kaynağı olarak gördüğü “Neşe” ile bütünleştirir ve kavramın sınırlarını epeyi genişletir.

Tanpınar, elbette bütün bu gelişimi izleyerek kendi eserine katmamıştır. O daha çok Süre’yi ilk haliyle, yani psikolojik tanımının yapıldığı şekliyle ele almıştır. Tanpınar’ın Bergson ile direkt bir ilişkisi yoktur. Bergson’a ulaşmak için çeşitli aracılar edinmiştir. Bu aracılardan en önemlisi ise Marcel Proust’tur.


Proust ve İstemdışı Bellek

Tanpınar, Bergson’u Marcel Proust üzerinden tanımıştır. Bergson’un öğrencisi olan Proust çok etkilendiği hocasının felsefesini edebi bir şeye dönüştürmek konusuna hayatını adamıştır. Başyapıtı “Kayıp Zamanın İzinde” Bergson felsefesinin edebi özetidir.  Tanpınar ise hem yerli kültüre duyduğu sevgi hem de başka sebeplerden ötürü bu felsefeyle “derin” bir ilişki kurmak yerine kısmen faydalanmıştır. Onun güzergâhı Bergson’dan çok Proust’tur. O yüzden “Süre” gibi bir mefhumu çok daha çetrefilli olan pratik hayat üzerinden değerlendirmek yerine rüyalar ve uyku üzerinden değerlendirmiştir.

İki uyku arasında imiş gibi kendi içine dalmış konuşuyordu”  Proust’un bu cümlesi hem Tanpınar’ın hem de Proust’un yaptıkları ya da yapmaya çalıştıkları şeyin ufak bir özetidir. (Bkz. Mahur Beste Bölüm 1: İki Uyku Arasındaki Düşünceler) Albertine ya da Gilbert. Sabiha ya da Selma. Karakterler hep aradadır.  Merkez ise zamandır. Zamandan kurtuluş süredir.  Tanpınar’da Süre rüyadır. Proust’ta ise kaybolup giden anlar.

Proust’un bir başka farkı da Tanpınar’ın aksine “Süre” mefhumundan çok Bergson’un “Bellek” kavramıyla daha çok ilgilenmesidir. Hem Proust hem de Bergson için Bellek, “Fiili olmadığı halde gerçek, soyut olmadığı halde zihinseldir.” İkisi de geçmiş denen şeyin kendi içkinliğinde var olduğuna inanırlar. Ama bu noktadan sonra Proust’un bir filozoftan ziyade büyük bir yazar olduğunu anımsatan o fark devreye girer. Geçmiş kendi içkinliğindedir evet. Geçmiş bir anlamda kendi içinde korunur. Bu Bergson için yeterlidir. Her zaman olduğu gibi sorunu ortaya başarıyla koymuştur. Ama Proust tam da bu noktada Bergson’dan ayrılır. Proust, geçmişi kendi içkinliğinde kurtarmaktan bahseder. Evet, bir geçmiş vardır ve kendi içinde sürmektedir ama bu geçmişi kendi içindeki biçimiyle nasıl kurtarabiliriz? Sorusunu daha da güçlendirmek için bir filozoftan şöyle bir alıntı yapar : “Hepimiz hatıralarımızı hatırlama yeteneğine sahibiz peki ya hatırlayamadığımız bir hatıra nedir?” Ve bu “hatırlanamayan hatıra” ya nasıl ulaşılır?

Tanpınar ve Proust’un yolları burada tekrar kesişir. Tanpınar için bu hatıralara ulaşmanın yolu uykulardır. Ama Proust daha çetrefilli bir yolu seçer ve “İstemdışı bellek”ten bahsetmeye başlar.

İstemdışı bellek, şimdi ve geçmişi ortak olan bir duygulanım özdeşliğidir. Yaşanmış ya da yaşanması istenmiş iki anın arasındaki ilişki ve daha da derininde özdeşliktir. İstemli bellek örneğin bize yediğimiz bir dondurmayı hatırlatır. Bu geçmişte yaptığımız ve şimdi hatırladığımız bir şeyi düşünme akışıdır. İstemli Bellek, olayları genel akışında ele alıp bağlamları dikkate almaz. Ama İstemdışı Bellek, tam tersine, geçmişte yaşanmış bir şeyi bütün bağlamı ve manzarasıyla yeniden canlandırır ve şimdiki duygulanımımıza özdeş kılar. O hatıra artık geçmiş değildir. Bütünüyle şimdinin duygulanımıyla oluşturulmuş yeni bir şeydir. Geçmişi kendi içkinliğinden çıkarıp Süre’nin akışına dâhil eder. Bu duygulanımlar bazen öyle güçlüdür ki Proust bu şekilde yaşanan acıların büyüklüğü karşısında şaşkınlık duyduğundan bahseder.

Bergsoncu Süre ve Bellek kavramları her iki yazar için de güzergâh işlevi görmüştür. Proust bu kavramları en derinine inmeye çalışarak incelerken Tanpınar özellikle rüyalar konusunda bir başka ilgi alanı olan Psikanalize doğru kayar ve Freudçu kimi uygulamalarını eserlerine davet eder. 

İki yazar ile bir filozofun kavramlar üzerinden homojenleştiği bu düzlem okura hem yaşam alanında hem de düşünce alanında yeni kapıların var olduğunu ve bu kapıların ardında daha başka odalar olduğunu hatırlatır.

Kaynaklar:
Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (Dergâh Yayınları, İstanbul, 1987)
Henri Bergson, Madde ve Bellek (Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2007)
Gilles Deleuze, Proust ve Göstergeler ( Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2010)
Gilles Deleuze, Bergsoncyluk (Otonom Yayınları, Çev. Hakan Yücefer, İstanbul, 2006)
Marcel Proust, Sodom ve Gomorra (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005)


Daha önce Natama 7'de yayunlandı.


Aras K.