16 Aralık 2014 Salı

Tanpınar, Uykular ve Fransızlar




Tanpınar ve Uykular

Ahmet Hamdi Tanpınar’ı az çok okuyan herkes, hikâyelerinde ve romanlarında uykunun ve rüyanın vazgeçilmez bir önemi olduğunu bilir. 

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ya da “Mahur Beste” ama özellikle “Aydaki Kadın”da uyku ve rüyalar sık sık karşımıza çıkar. Tanpınar, hikâyelerinde de, mesela “Abdullah Efendinin Rüyaları”’nda ya da “Geçmiş Zaman Elbiseleri”nde, uyku ve rüyaları dramatik yapının merkezine yerleştirir.

Bir Tanpınar karakterinin genel özelliklerini sıralasaydık öncelikle kederli bir adamdan bahsetmek durumunda kalırdık. Bu kederli adam genelde okumuş, gezmiş, görmüş bir adamdır. Batıya hayran bir tarafı olsa da yerel kültürden, özellikle de yerli musikiden asla vazgeçemez. Tartışmaları da genelde bu minval üzerinedir. Karşısına çıkan insanlar ise ya bütünüyle şarkçıdır ya da şarkın artık geçilmesi gerektiğini söyleyen Jöntürk ardılı batıcılardır. 

Bu iki dünya arasında sıkışıp kalmış karakterler kâh İstanbul’u gezerler, kâh çeşitli kadınlara âşık olurlar. Bazen de musiki eşliğinde kaçırdıkları fırsatların muhasebesini yaparlar. Musiki, Tanpınar edebiyatının lokomotifidir. Bütün edebiyatı bir anlamda musikiye ulaşma, o ritme yaklaşma arzusudur. (Bunun tek istisnası “Aydaki Kadın” romanıdır. Burada devrede olan sanat resimdir.)

Peki, uykular ve rüya Tanpınar edebiyatında tam olarak neyi ifade eder? Bunun için birçok Tanpınar okuyucusu bir düşünce geliştirebilir sanırım. Benim düşüncem ise Tanpınar’da uyku ve rüyaların bir “kaçış”ı yahut “kaçırma” yı imlediği yönünde. Peki, neyden kaçış? Birçok şeyden elbette. Bazen içinde yaşadığı coğrafyanın getirdiği kederden kaçış, bazen de bütünüyle yorulmuş bir zihnin yarattığı karmaşadan kaçış. Ama tüm bunları tek bir kavram üzerinden belirtmek gerekirse Tanpınar’da kaçış bütünüyle  “zaman”dan kaçıştır.

Tanpınar’ın Aydaki Kadın adlı yarım kalmış romanı şöyle başlar: 

“Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.”

Uyandım. Uyanıyorum “ zamanın bu içrekliği, belirsizliği, şüpheyle yaklaşılan bir durumdur. “Uyandım” lafının çağrıştırdığı di’li geçmiş zamanın ardından Tanpınar şimdiki zamanı imleyen “Uyanıyorum”  lafını da ekleyerek ne yapmak istemişti? Büyük ihtimalle zamandan yana duyduğu şüpheci tavrı göstermek istemişti.

Zamanın genel geçerliği,  birçok önemli yazar gibi Tanpınar için de bir problemdir. Tanpınar’ın zamanla kurduğu bu “şüpheci” ilişkinin kaynağını merak ettiğimizde ise iki tane Fransız ile müşerref olmak durumunda kalırız: Henri Bergson ve Marcel Proust.



Bergson ve Süre

Tanpınar sık sık bu iki ismi “etkilendiğim muhteremler” diyerek telaffuz eder. Henri Bergson’un Tanpınar için önemi, Bergson’un “zaman” ile kurduğu tuhaf ilişkiden gelir. Bergson için zaman mümkün olan bir şey değildir. Genel geçer olan ve günlük hayatımızı bölümlere ayırmamızı sağlayan zamanın tarihi çok eski değildir. (Günün bölümlere ayrılması Arkaik dönemde başlamıştır. Saniyenin kalp atış ritmine göre düzenlenmesi ve günün de saniyeden başlayarak dakika ve saatlere ayrıştırılması Arkaik dönemde yapılmış bir uygulamadır.) Bergson’da önemli olan mefhum ise “Süre” dir.

Tanpınar, Bergsoncu “Süre” mefhumunu bir anlamda rüyalarla kelimeleştiriyor. Peki, Bersoncu anlamda Süre nedir?

Bergson’un bu konuyla ilgili yaptığı en net tanımlardan birini “Dolaysız Veriler” adlı kitabında bulabiliriz “Tümüyle saf süre, benimiz kendini yaşamaya bıraktığında, şimdiki durumuyla önceki durumları arasında bir ayrım yapmaktan kaçındığında, bilinç durumlarının ardışıklığının aldığı biçimdir.

Yani süre bilinç denen şeyin ta kendisidir. Bilincin içkin olduğu akıştır. Şu anda bulunduğumuz durum hem az önce yaşadıklarımızı izler hem de onlarla iç içe geçer. Bu akış içinde bilinç durumları sürekli iç içe bir vaziyet halindedir. (Serbest çağrışım: Aydaki Kadın, Bölüm Bir: İç İçe) Bilincin akışı da belirli bir istikamette ilerlemek yerine, geriye doğru çekilen Klee’nin meleğinin arkasında bıraktığı ve giderek büyüyen bir yığın gibidir. Bilinç, belirli bir ilerlemeden çok, birikmedir. Bu yüzden yaşadığımız yeni bir an tüm geçmişimizi değiştirmektedir.

Bergson için “Süre”ye ulaşmanın yolu kendimizi bütünüyle yaşamın içkin akışına bırakmaktır. Başımıza gelenleri “iyi” “kötü” “adaletli” “adaletsiz” gibi şüpheli kavramlarla değerlendirmek yerine olduğu gibi ele almaktır. Zamanın homojenleşmesi ancak bu akış sayesinde gerçekleşir. Bergsoncu “Süre” kavramında her şey bir şimdidir. Geçmiş bile eski şimdidir. Homojen hale gelen zamanda, yani sürede her şey içinde bulunduğu akış içinde değerlendirilir. Bu yapılmadığında akıştan dolayısıyla yaşamdan kopulur.

Süre mefhumunda her şey toplu bir şimdidir. Pratik yaşamda böyle bir duygu duruma gelmek epey çaba ister. Zira günlük hayatın “gerçeği” bilincin maruz edilmesi ve yaşama kaçmaması üzerine kurulmuştur.

Peki, Tanpınar’da Bergsoncu Süre kavramı nasıl devreye girer? Bana kalırsa Tanpınar, zaman ile kurduğu Bergsoncu ilişkide, uyku ve rüyaları Süre’ye ulaşma yolları olarak seçer.

Zamanın homojenleştiği bütün bir geçmişin şimdide sıkıştığı rüya alanları Tanpınar’ın Süre’yi uygulama sahasıdır. Unutulmuş eski bir musiki parçası ya da Şeker Ahmet Paşa’nın hiç bilinmeyen bir tablosu bir sevgilinin yüzü ile iç içe geçerek rüyanın bu süre-akışında terennüm eder. Tanpınar da eserlerinde bu bölümleri öyle keyifle anlatır ki okuyucu da zamandan kaçılan bu “edebi” akışın parçası olur. 

Peki, Tanpınar’ın bu Bergsoncu uygulaması ne kadar başarılıdır? Süre mefhumu Bergson’un her yapıtında farklı bir alana evrilir. Biz sadece ilk haliyle, “Dolaysız Veriler”de tanımlandığı haliyle Süre kavramını ödünç aldık. Ama Bergson’un sonraki kitaplarında, Süre kavramı bütünüyle evrenin bir hareketi olarak ele alınır. Bergson daha sonra “Yaşamsal Atılım” ve “Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı” adlı kitaplarında Süre kavramının yanına Sezgi kavramını (Bergson’da Sezgi insanın kendi varoluşunun bilincine yani süresine ulaşması sonra ise yaşamsal hareketin kendi kendinin bilincine varmasıdır.) ekleyerek, Süre’yi yaratıcılığın kaynağı olarak gördüğü “Neşe” ile bütünleştirir ve kavramın sınırlarını epeyi genişletir.

Tanpınar, elbette bütün bu gelişimi izleyerek kendi eserine katmamıştır. O daha çok Süre’yi ilk haliyle, yani psikolojik tanımının yapıldığı şekliyle ele almıştır. Tanpınar’ın Bergson ile direkt bir ilişkisi yoktur. Bergson’a ulaşmak için çeşitli aracılar edinmiştir. Bu aracılardan en önemlisi ise Marcel Proust’tur.


Proust ve İstemdışı Bellek

Tanpınar, Bergson’u Marcel Proust üzerinden tanımıştır. Bergson’un öğrencisi olan Proust çok etkilendiği hocasının felsefesini edebi bir şeye dönüştürmek konusuna hayatını adamıştır. Başyapıtı “Kayıp Zamanın İzinde” Bergson felsefesinin edebi özetidir.  Tanpınar ise hem yerli kültüre duyduğu sevgi hem de başka sebeplerden ötürü bu felsefeyle “derin” bir ilişki kurmak yerine kısmen faydalanmıştır. Onun güzergâhı Bergson’dan çok Proust’tur. O yüzden “Süre” gibi bir mefhumu çok daha çetrefilli olan pratik hayat üzerinden değerlendirmek yerine rüyalar ve uyku üzerinden değerlendirmiştir.

İki uyku arasında imiş gibi kendi içine dalmış konuşuyordu”  Proust’un bu cümlesi hem Tanpınar’ın hem de Proust’un yaptıkları ya da yapmaya çalıştıkları şeyin ufak bir özetidir. (Bkz. Mahur Beste Bölüm 1: İki Uyku Arasındaki Düşünceler) Albertine ya da Gilbert. Sabiha ya da Selma. Karakterler hep aradadır.  Merkez ise zamandır. Zamandan kurtuluş süredir.  Tanpınar’da Süre rüyadır. Proust’ta ise kaybolup giden anlar.

Proust’un bir başka farkı da Tanpınar’ın aksine “Süre” mefhumundan çok Bergson’un “Bellek” kavramıyla daha çok ilgilenmesidir. Hem Proust hem de Bergson için Bellek, “Fiili olmadığı halde gerçek, soyut olmadığı halde zihinseldir.” İkisi de geçmiş denen şeyin kendi içkinliğinde var olduğuna inanırlar. Ama bu noktadan sonra Proust’un bir filozoftan ziyade büyük bir yazar olduğunu anımsatan o fark devreye girer. Geçmiş kendi içkinliğindedir evet. Geçmiş bir anlamda kendi içinde korunur. Bu Bergson için yeterlidir. Her zaman olduğu gibi sorunu ortaya başarıyla koymuştur. Ama Proust tam da bu noktada Bergson’dan ayrılır. Proust, geçmişi kendi içkinliğinde kurtarmaktan bahseder. Evet, bir geçmiş vardır ve kendi içinde sürmektedir ama bu geçmişi kendi içindeki biçimiyle nasıl kurtarabiliriz? Sorusunu daha da güçlendirmek için bir filozoftan şöyle bir alıntı yapar : “Hepimiz hatıralarımızı hatırlama yeteneğine sahibiz peki ya hatırlayamadığımız bir hatıra nedir?” Ve bu “hatırlanamayan hatıra” ya nasıl ulaşılır?

Tanpınar ve Proust’un yolları burada tekrar kesişir. Tanpınar için bu hatıralara ulaşmanın yolu uykulardır. Ama Proust daha çetrefilli bir yolu seçer ve “İstemdışı bellek”ten bahsetmeye başlar.

İstemdışı bellek, şimdi ve geçmişi ortak olan bir duygulanım özdeşliğidir. Yaşanmış ya da yaşanması istenmiş iki anın arasındaki ilişki ve daha da derininde özdeşliktir. İstemli bellek örneğin bize yediğimiz bir dondurmayı hatırlatır. Bu geçmişte yaptığımız ve şimdi hatırladığımız bir şeyi düşünme akışıdır. İstemli Bellek, olayları genel akışında ele alıp bağlamları dikkate almaz. Ama İstemdışı Bellek, tam tersine, geçmişte yaşanmış bir şeyi bütün bağlamı ve manzarasıyla yeniden canlandırır ve şimdiki duygulanımımıza özdeş kılar. O hatıra artık geçmiş değildir. Bütünüyle şimdinin duygulanımıyla oluşturulmuş yeni bir şeydir. Geçmişi kendi içkinliğinden çıkarıp Süre’nin akışına dâhil eder. Bu duygulanımlar bazen öyle güçlüdür ki Proust bu şekilde yaşanan acıların büyüklüğü karşısında şaşkınlık duyduğundan bahseder.

Bergsoncu Süre ve Bellek kavramları her iki yazar için de güzergâh işlevi görmüştür. Proust bu kavramları en derinine inmeye çalışarak incelerken Tanpınar özellikle rüyalar konusunda bir başka ilgi alanı olan Psikanalize doğru kayar ve Freudçu kimi uygulamalarını eserlerine davet eder. 

İki yazar ile bir filozofun kavramlar üzerinden homojenleştiği bu düzlem okura hem yaşam alanında hem de düşünce alanında yeni kapıların var olduğunu ve bu kapıların ardında daha başka odalar olduğunu hatırlatır.

Kaynaklar:
Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (Dergâh Yayınları, İstanbul, 1987)
Henri Bergson, Madde ve Bellek (Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2007)
Gilles Deleuze, Proust ve Göstergeler ( Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2010)
Gilles Deleuze, Bergsoncyluk (Otonom Yayınları, Çev. Hakan Yücefer, İstanbul, 2006)
Marcel Proust, Sodom ve Gomorra (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005)


Daha önce Natama 7'de yayunlandı.


Aras K.


19 Kasım 2014 Çarşamba

1995'te Başlayan Bir Adam





1995 yılının Mart ayında bir adam doğal olmayan yöntemlerle dünyaya geldi. Dünyada geçirdiği ilk yıllarda çevresi ile ilgilenmeden sadece pencereden bakmak suretiyle sosyal bir birey olmaya çalıştı. Evinden ilk kez 7. yaşını kutlamak için ayrıldı. Yanında haşlanmış yumurta ve bir miktar ekmek vardı. Adam 7 yaşındaydı ve dünya onun için çok farklıydı.

9 yaşında evden kaçmaya karar verdi. 19 yaşında evden kaçtı. Üç gece camilerde bir gece de çimlerde yattı. Karşısına çıkan tüm kitapları okudu. Çoğunu anladı. Cennete gitmeye, okuduğu ve balinalarla ilgili olduğunu hatırladığı bir kitaptan sonra karar verdi. Tanrı ile konuşmak için bir telefon kulübesine girdi. Çeşitli numaraları karıştırarak belirli yerleri aradı. İlk aradığı yer pideci, ikinci aradığı yer büfe,  üçüncü aradığı yer ise Tanrı çıktı.  Karşıdaki ses oldukça cızırtılı geliyordu ama buna rağmen söyledikleri net olarak anlaşılabiliyordu. “Tanrı işte” diye düşündü 19 yaşındaki adam. Daha sonra Tanrıya başına gelenleri anlattı ve cennete gitmek istediğini söyledi.  Tanrı, ilk aradığı pidecinin adresini verdi ve ertesi gün saat tam 20.02’de orada olmasını tembih etti. “Kavurmalı pide yeriz” diyerek de telefonu kapattı. Saatine baktı. Tanrı ile buluşmasına tam 17 saat vardı. Böyle bir dünyada, böyle bir adam için, 17 saat, evet, çok uzun bir zamandı.

Ertesi gün Tanrı ile hangi üslupla konuşacağını düşündü. Yardıma ihtiyacı vardı kuşkusuz. En ufak bir saygısızlık her şeyi alt üst ederdi. Müftülüğe gitti ve yetkili biriyle görüşmek istediğini söyledi. İçeri alındığı odada bıyıksız olduğuna şaşırdığı bir adam Genç Bakış izliyordu. Hiç uzatmadan meseleye girdi “Yarın Tanrı ile bir görüşmem var. Ama ne diyeceğimi bilemiyorum. Mesela ona nasıl seslenmeliyim?” Bıyıksız adam bir süre sessiz kaldı. Gözü arada Genç Bakış’a kayıyordu. Sonra birden ciddileşerek  “Onunla görüşeceğine gerçekten inanıyor musun?” diye sordu. “Gerçekten inanıyorum” dedi 19 yaşındaki adam. Bıyıksız adam yine Genç Bakış’a dalmıştı.  “Bence var ya bu soruları Abbas önceden dağıtıyor bunlara tamam mı, sonra da yok efendim üniversiteli öğrenciler soru soruyormuş. Yazık valla!” dedi. Bir cevap alamayınca da “Bence “nasılsınız rabbim” iyi bir başlangıç olur.” diyerek asıl konuya döndü. Hemen not aldı 19 yaşındaki adam ve teşekkür ederek odadan ayrıldı.


Sadece 2 saat geçmişti.  Önünde geçmesi gereken 15 saat daha vardı. Buluşma yeri olarak tasarladıkları pideciye gidip önceden bir durum tespiti yapmaya karar verdi. Uzun süre yürüdükten sonra bir ara sokağa girdi. Sokağın en sonunda yeşile çalan tabelasıyla “Dostlar Pide Salonu” nu gördü. İçeride hiç müşteri yoktu. Bir tane adam fırının başında durmuş açmaya hiç de niyetli olmadığı bir hamurla oynuyordu. Adama yaklaşıp “Bir tane kavurmalı pide alabilir miyim?” dedi. Pideci kafasını hiç kaldırmadan “Olur” dedi. Boş masalardan birine oturup beklemeye başladı. Masanın üstündeki menüden pide fiyatlarını inceledi. Kaşarlı, kıymalı, kuşbaşılı, kavurmalı ve tüm bunların çeşitli kombinasyonlarıyla sayısı 24’e yaklaşan tüm pidelerin isimlerini tek tek okudu. Hepsinin fiyatı aynıydı “5 lira”. “Hadi yumurtalı-kaşarlı 5 lira olur, hatta kıymalı-yumurtalı da 5 lira olur. Ama kuşbaşılı-kaşarlı-yumurtalı pidenin fiyatı nasıl 5 lira olur?” diye düşündü. Bu sırada içeri elinde paralarla bir çocuk girdi. Fırının başında hâlâ hamurla uğraşan pideciye para ve “Bu da iade, adamlar kıymalı istemiş usta” diyerek bir poşet verdi. Pideci bir şey demeden paraları cebine koydu. Bir süre sonra kasanın başına doğru yürüyen çocuğa seslenerek “Al şu paketi servis yap ve delikanlıya ver” dedi. Çocuk koşarak fırına doğru ilerledi ve 1 dakika 34 saniye önce verdiği paketi ustasından geri alarak bir tabağa boşalttı. Biber ve domatesleri etrafına dizdikten sonra “İçecek var mı abi?” diyerek 19 yaşındaki adama seslendi.  Adam tek kolunu sandalyenin dirseğine koyarak arkasını döndü ve “Ayran” dedi.

Pidesini bitirdikten sonra ücretini ödemek için kasaya yöneldi. Çocuk tek bir tuşa sertçe basarak yazar kasayı açtı ve “6 lira” dedi. Adam 10 lira verdi. Çocuk ustasına dönerek  “Bozuk var mı?” dedi. Pideci de cebinden çıkardığı bozuklukları “1 2 3 4” diyerek 135 cm.’lik mesafeden fırlatmaya başladı. Çocuk da neşe içinde “1 2 3 4” diyerek paraları yakaladı ve “Buyur abi” diyerek 19 yaşındaki adama verdi. Bozuklukları cebine koyan adam pideciye yaklaştı, “Benim yarın burada bir randevum var. Sizden ricam beni tanıyormuş gibi davranmamanız ve sanki ilk kez buraya gelmişim gibi benimle ilgilenmenizdir” dedi. Yine başını kaldırmadan “Olur” dedi pideci. Dükkândan çıktı. Bir otele gitti. Otele yerleştikten 9 saat sonra uyudu.

Uyandığında saat 19: 17 idi. Birden telaşa kapıldı. Geç kalacağını düşünerek hızlıca giyindi ve otelden çıktı. Pidecinin önüne geldiğinde saat 20.04’ü gösteriyordu. Kapıyı açarak içeri girdi. Masalar yine bomboştu. Sevindi, Tanrı henüz gelmemişti. Pideci yine fırının başında bu defa bir hamuru döndürerek havaya atıyor sonra tekrar yakalıyordu. Adam pideciye yaklaştı “Beni soran oldu mu?” “Olmadı” dedi pideci. Adam bir masaya oturdu ve masanın üzerindeki gazeteleri inceleyerek Tanrıyı beklemeye başladı. 7. sayfanın altında küçük bir reklam-haber gördü …“Selami Şahin Halk Konseri”  Konserin gerçekleşeceği mekânın bulunduğu yere çok yakın olduğunu fark etti.

Yarım saat geçmişti gelen giden yoktu. Canı sıkıldı bu duruma. Canı sıkılınca da karnı acıktı. “Acaba bir tane yurt barbunya alıp burada yesem ayıp olur mu?” diye düşündü. Ayıp olacağına karar vererek bir tane kuşbaşılı-yumurtalı-kaşarlı pide söyledi. Pideci “Olur” dedi ve elindeki hamuru tezgâhta açmaya başladı.

Pideci tek başınaydı ve her işle o ilgileniyordu. Pideyi fırından çıkardı ve bir tabağa attı. Hızlıca kesti, etrafına bir yeşilbiber ve iki domates koyarak 19 yaşındaki adama götürdü.

Adam pidesini bitirdikten sonra ayağa kalkıp elini yıkamaya gitti. Lavabodan çıktığında pidecinin çırağının dükkânın arka tarafındaki yarı açık mekânda, un çuvallarının üzerinde uyuduğunu fark etti. Sessizce çıktı ve pideciye doğru yürüyerek  “Selami Şahin halk konseri veriyormuş.” dedi. Pideci de “Evet aşağı mahallede hemen” dedi yine hamurlarla ilgilenerek. Sonra birden “Cafer!,Cafer!” diye bağırdı pideci. Un çuvallarının üzerinde uyuyan Cafer’den “Geldim usta” yanıtı geldi ve yanıta henüz nokta koyulmamışken Cafer ustasının yanında bitiverdi. “Git şuradan tahin al sonra da konsere mi neye gidiyorsan git” dedi. Cafer’in gözleri parladı  “Selami Şahin konseri” dedi. Ustasından aldığı parayla hızla uzaklaştı. 19 yaşındaki adam “Acaba ben de mi gitsem konsere?” diye düşündü. Neredeyse 45 dakika olmuştu ve tanrıdan hâlâ haber yoktu. Cafer hızla dükkâna girdi ve tahini pideciye verdikten sonra “Ben çıkıyorum, sana kolay gelsin usta” diyerek kapıya yöneldi. Bu sırada pideci “Cafer dur bir dakika” dedi.  “Bu delikanlı da konsere gitmek istiyor galiba. Eğer öyleyse birlikte gidin. Yakın da olsa belli olmaz. Karışık bizim sokaklar, belki bulamaz konser yerini” dedi. Cafer başka bir Selami Şahin dinleyeni olan 19 yaşındaki adama parlayan gözlerle bakıp “Gidelim mi abi?” dedi. Adam “Ama benim bir randevum var” dedi. Pideci de “ 1 saattir bekliyorsun zaten. Gelen giden yok. İstiyorsan bir not bırak, beklediğin şahıs gelirse ben notunu iletirim” dedi. 19 yaşındaki adam saatine baktı. Gerçekten de bir saat olmuştu. Pidecinin fikrine sıcak baktı ve bir kâğıt kalem istedi. Cafer zıpkın gibi kasaya yöneldi ve anında kâğıt ve kalemi bularak adama verdi. 19 yaşındaki adam kâğıda “Tanrım” yazdı ama hemen üstünü çizerek yeniden başladı. 

Rabbim nasılsınız? Sizi bekledim ama gelmediniz. Aşağı mahallede Selami Şahin konseri varmış. Ben şimdi oraya gidiyorum. Durumum acil. Eğer bu notu okursanız lütfen beni konser alanında bulun.

Notu katladı ve pideciye verdi. Ardından da cebinden beş lira çıkararak kasanın yanına koydu. Pideciye teşekkür edip dükkândan Cafer ile birlikte çıktı.

Selami Şahin yeni albümünden fazlaca şarkı söylese de kimsenin dilinden düşüremediği klasiklerine de haksızlık yapmamış ve alana toplananları hoş bir reveransla selamlayarak konseri nihayete erdirmişti. Cafer ve 19 yaşındaki adam pideciye dönmek için yürümeye başladılar. Cafer “Abi “İçkim Sigaram”ı niye söylemedi acaba Selami abi ya? Çoğusu bilmez ama o şarkının söz ve müziği Selami Şahin’e aittir.” dedi. Adam da “Repertuarına almamıştır. Sonuçta her bir şarkıyı çalmak için 3-5 gün prova yapıyor bu adamlar. Haksızlık etmemek lazım” dedi. Cafer de “E öyle tabi” dedi “Adamlar bu işin ameliyatını yapmış bir yerde”

Pideciye girdiler. Cafer doğruca un çuvallarına gitti. Adam da pideciye yaklaşıp “Gelen- giden var mı usta?” dedi. “Bir kadın geldi.” dedi Pideci. “Randevusu olduğunu ama geciktiğini söyledi. Ben de senin notunu verdim. Notunu birkaç kez okudu. Sonra oturdu bir daha okudu. Nasıl desem, şaşırmış gibiydi. Sonra kâğıt kalem istedi. Verdim.  O da sana bir şeyler yazdı. İşte burada” diyerek bir kâğıt uzattı adama. Notu alırken “Kadın mı?” diye sordu pideciye. “Evet” dedi pideci “Bir kadın.” “Demek Tanrı bir kadınmış!” diye düşündü 19 yaşındaki adam. Sonra da bir masaya oturup notu okudu:

Selamlar. Randevumuza geç kaldım kusura bakma. Sen de beni beklemekten sıkılıp Selami Şahin konserine gitmişsin anladığım kadarıyla. Aslında buraya cennete gitme isteğini yerine getiremeyeceğimi bildirmeye geldim. Bizim tarafta durumlar karışık. Bir sürü bina falan yenilenecek. Mekân değişikliği yapma durumları söz konusu. Bir sürü problem işte. Ben de o yüzden buralardayım. “Ben söz verdim mi tutarım, benim adım bilmem ne” diyen mühendis bir adam varmış. Özellikle cehennem tarafındaki zibidiler onu tavsiye etti.  Ona bulmam gerekiyor. Tahkikatı sürdürüyoruz. İşte bu sebeplerden dolayı konsere gelemeyeceğim. Gözlerinden öperim.

Not: Cennetten de garip bir yerdesin şekerim. Sana tavsiyem: Keyfini çıkar.

Sevgilerle: Tanrı.


19 yaşındaki adam notu katladı ve cebine koydu. Pideci sessizce ayakta duran adama elindeki hamuru havaya atıp tekrar yakalayarak sordu “Ee, “Seninle Başım Dertte”yi söyledi mi Selami?”Saat gece yarısını çoktan geçmişti ama Dostlar Pide Salonu hâlâ açıktı. Ve pideci, bıkmadan usanmadan hamurlarla oynamaya devam ediyordu. “Tanrı haklı” diye düşündü 19 yaşındaki adam. Sonra da pideciye dönüp “Söylemez mi usta, hem de Allahına kadar söyledi” dedi.



Daha önce Behçet Bey Fanzin'de yayımlandı.

7 Kasım 2014 Cuma

Bütün O Filmlerde Vurularak Ölmek





1

Denediğim çocukları alnıma dayarım Nasıldır umulmadık şemsiyeler kapanırlar Demirleyen budur yüzünün içiyle Günaydın Hüzün’de Bizi bir tek 200 yıl evvel ölen Alman anlar Şimdi geriden mağlup yarasa ifadesiyle şoklar Katılmadığımız konulara bir itiraz Bir de bundan sürreal punk çıkarımlar sağlayan Fularsız cık cık cık köylü oğlanımız var

Üstünden atladık değişenlerin Kuşağımızda çok işte bu’lar Ekranlar açıldı beri bırakılmış Hamit Tamer Vedatlara karışmış fevri kızlar Korkmazlar daha atadan Sen hâlâ başını iki ve üç ellerinle dükkân arkasında Bir taraftan öpüp dalları Dördüncü ellerin kitap saklar


2

Bütün o filmlerde vurularak ölmek Tabağında kalmış görüyorsun Fotoğraflarda gülmeden Senin altı yüz yetmiş beş milyon çeşit kokun Anlaşılır dört yıldan önce Öpenler sanma ki girdiler gerçekten Ben oradaydım dans etmeden Yaklaşmalarına karşı koymadın Baban vardı yanlarında buydu zaten Her şey evlerde nelerin üstünde gidip gelmeden önce Sadece sıfır nokta beş saniye Bembeyaz bembeyaz bembeyaz Zincirlerden halkalardan biri Uyanmadan sabahlarda

Bana kimse unutmayı Düz yollar çevre yollar Yanında duran arabada iyi biri olma ihtimali Hayır öğretemez Taş vardır Taşlarla resimlerimden sonra Bütün sahil kesimlerine yokuş aşağılara Yokuş yukarılara gülerek Beklemeden 23.30’lara Eve çadır kurup şarap öncesi Meleklerin düş yaşamı ve o yakınlıktan Eğil sırtını dinleyeyim Cildin bittiği yerden sarıl temastır Hukuk okumadığımız kentte Otobüslerle yürüyüşlerle Yetmiş rakam ağlamalarla Elbiseler elbiseler hiç çıkmadan Elbiseler bitti


3

Hiç anne olamamaktan İngilizce kurslardan İkinci öğretimlerden hepsi Olmasalardı olacaktı hepsi Gökçeada hepsi o evlerde hepsi Ne başlamadı bile önce Dünyaya bir gün ara gereksinimi Sana katılmamaktan Hımm’lar ve ehm’ler den Bak yine brokoliden Sana hediyemin gelmemesinden Duvarlara tek kolumu dayamaktan Kafayı kola gömmekten Ağlamak yerine barbunya ve Kuala Lumpur hepsi

Yazlıklara minibüslerle Aralık duruşları 860 adım O bina boş biliyor Neden Tanpınar’ı sonradan alıp getirdim Mücadele anlamında sarı pijamalar Okuldan ayrılıp hürriyetlere kavuştuk Kafelerde iki dört eller masada Kars’a gidebilmek için de yurdumuz bize karşı Çok köşklerde yerken

Seninle ancak Fransız kültürüne Duşun altında fark etmeden Kayboldu yüzünden Bu kabiliyetli bünyelerle terbiyeli kaplanlar değiştik Biliyoruz insan yüz elli yıldır bunlarla Bütün planlar saçından düşen kadar olamaz 

İç havadisler burada Yarım saat önceki rüyayı barındıran Bu düşünceler üzerine beni götüren şey Belki de 1950’li yılların başında olmamızdır Fuad’a senden tam otuz dokuz sene var İyi ki yok yüzümde kapanmış altmış üç senelik eller Yollarda ağaçların arasına terk Yolcular bizden anlamamış Mersin kadar tuhaf yerlerde şiş ayaklar Ben olmadığım zaman sen devletin otoyollarında Ortadan başlamış hikâye Öncesi iki taraftan apartman boşluğuna Sürekli deniz
  

4

Seslendiğim hep bu kelimeler Kanım ayaklardan dolanmış Civar odalarda çoluk çocuk Hep on üç yaş altımız İki kardeş ilk kez anlamış Halılar devamlı kayıp yazları Mutfakta adamlar eğilmiş konuşur Dolaplar içinden arasından elinden Koku hep penceresiz 1989 burada devreye girer ikiye bölüp yılları Kucaklarımızda bin dokuz yüz doksan yanlarımız Ve hâlâ yukarılardan atlamamışız

Eşyanın veya hayatın kendisinde Yani bulunması tabii olan yerlerde değil İki çocuğu geri çağırıyoruz Ayaktakiler bizden yana Kalktığın yataklardan mesafe Derecemiz kırkın ve her şey temmuzun tamamen altında Ayağımı kaç yüz kilometre uzatıp Vilayetimizin yolları yine bozuk ulaşmamaktan Böyle günlerde hatırla Kaç muavin otobüsten aşağı atlar Sanki kırılmamış mola yerlerinde alkış sesleri Bu kapı açmaların ardından daha başka odalar İnan bunların bir bölümünden boyum Birkaç santim uzar


5

Derste bomboş duvarlardan başka hiç kentleri Devam ediyor o yürüyüşün olmamış kurgusu Gülmen gereken içeriden yumruk gerekliliği Mutlu gecelerde kalmamış Budapeşte uykusu



Daha önce Şerhh'in ilk sayısında yayınlandı.


8 Ağustos 2014 Cuma

Kollarım Yokmuş





Sanki o evde sen de kaldın bahset hadi
Bu muydu yani ha bu çocuğun muydu
Kalan devlet demir yolları kimin ha kedim:
Sagopa Kajmer mi dinleyecez ulan cemiyette
Yahu onun yanındaki eleman objet petit a işte
Hani kol kola 3 yıl önce terleri bacaklarından

Var mı lan öyle dünya beni bu Felemenklerle bırak
Öyle tabi başbakanım kimin edimleri bunlar ya ya
Edim dedim evet ama benim sayfalarca kırılmış
Kollarımdan alçı yuh sarıldığın yerden başlamış

Ama senin bu cildim yakındır başlamamış iklimin
O Aristo'ları başka yerde de öğreniriz ne güne insanlar
Endülüs medreselerine hamle yaptı işte bu tecrübeyledir
Gösterdiğim devamsızlık öpücüklerinden oh bu şairlerin
İnzibat tavrından hiç eksilmez meclisler partiler gürültüler


Aras K.

Daha önce Şeyderg'de çıkmıştı.

3 Ağustos 2014 Pazar

Mark Tansey İçin Altı Kere

I

az geçişim otobüs sana kasalardan galiba
sen allah’ım körelt beni bu ful ortopedik yatağın ilk graham bell’inde
ta miletos’tan no-frost buzdolabı kadar yürümek yanına
ve bir ara cep telefon ya sen ben kendim safeviler artık göçebe




II

yerleşik yaşam tarzıyla nerde bi’ ibrahim görsem çok öksürürüm
hem o zaman yoksa varsa tatarlar yağabilecekmiş sabahın beşinde
bir trabzondan aşağı kayan kedi gibiyim sonbaharyaz kreasyonlu
ablalar ipek yolundan tutar elimi üç tank dolusu harakiriler eşliğinde



III

hamile içgiyim veyahut birkaç kont anlaması elleri el gölgesinde
tamamen yüzonmetre engelli öpüşen pvc’lerimle kültüreldi relativistler
bazen sadece bir iktisat kuramı gibi olur halamın aşağılardan uyanışı
o zaman her yerden fışkıran ormanlar dolusu çocuklarla dolar playlistler




IV

avantür bi deneyden fırlamak ve evet kromozomlar çoktur
trafik levha büyümesi okyanustur yer çekimsiz ortaçağ içinden
büyük yarıkaplı bir tayfundan kaçarak üçgenler prizmasına koşar
buldozerler belli ki etkilenmiş öteki türlü mekansız trier filmlerinden



V

koli koli vikingler taşımaktım şaolin rahiplere tapınak boyunca
tam da o noktada önergenmişti sürahiler canlanması belgesel
giyinişim başlatır buradan buraya dörderli beşerli düzlükleri
sonucunda bir şeyler oluşur olmadı deyiver canım bunlar dilbilimsel



VI

korkmayınız  bu seneki süper marketlerinde de ilerde sağdayım yine
elimden gelse vururdum ses verirdi kamçı uykunun indirdiği tokat üstüne
gel gör ki olayın tabiyat-ı cereyanı farklı teessüs etti kalakaldım seninle
yaşayan en önemli sosyologlar listesine adımızı kazıdım belki okursun diye




Resimler

I - Pleasure of The Text
II - The Myth of Depth
III - Picasso and Braque
IV - Action Painting II
V - Derrida Queries DeMan
VI - Discarding the Frame



Etkilenip Şiir: Aras K. ve Uğur E.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

(Beş Soru): Enis Akın




1 - Şiir dergiciliğinde eleştirel bir öncelikten ziyade bir “beğeni” önceliği var diye düşünüyorum.  Uzun zamandır bir şiir dergisinin eleştirel bir kaygısı yok. 60-70 arası dönemde bir edebiyat-şiir dergisinin önceliği eleştiriydi. Daha doğrusu biraz araştırdığımda tespit ettiğim şey bu. Tabii bu durumun oluşmasında o dergilerin başında yürütücü pozisyonda bulunan eleştirmenlerin olması büyük rol oynuyor. –Yeni Dergi’de Memet Fuat ve Yordam’da Hüseyin Cöntürk’ü kastediyorum aslında- Yine o dönemde Yordam dergisinin yazı yollamayan şairin şiirini de basmadığını duymuştum. Güven Turan da bu durumu hatırlatıp şöyle demişti bir yerde: “İstanbul’da şiirler yazılır, o şiirler üzerine bir yerde içilip konuşulur, sonra da dağılırlar. Biz ise şiir üzerine yazıyorduk.” Bugün de benzer bir durum var sanırım. Bence bugün şiir kamusunda, merkezde bulunan dergilerdeki İslamcı/Müslüman şairler de şiir üzerine “konuşuyorlar.” (2000’lerin başında çıkan Atlılar ve Kökler’i bu söylediklerimden azade tutuyorum) Bir karşıtlık yaratma çabasında değilim. 20 yıldır merkezde olanlar Müslüman şairler olduğu için onlar üzerinden örnek veriyorum. Şu an şiir kamusunun çoğunluğu şiir üzerine sadece “konuşuyor.” (Sadece konuşsalar gene iyi. Şiir dergilerinde “eleştiri” adı altında Muhsin Yazıcıoğlu’nu “hürmetle andıkları” yazılarla “konuşuyorlar”(1)) Yazı yazan kimse yok. Genç şairler ise hepten berbat durumda. Her birinde bir yanaşma, katılma, kabul edilme çabası var. Siz bir yazınızda -Ahmet Oktay’ın, o dönem için “dokunulmaz” sayılan Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında söylediği sözlere atıfta bulunarak- “Uzun zamandır 21 yaşındaki gençler 40 yaşındaki şairlere böyle şeyler yazmıyorlar.” demiştiniz.(2) Ben size neden yazmadıklarını açıklayabilirim: Çünkü herhangi bir şey yazmıyorlar. Konuşuyorlar sadece. Ya da Twitter’dan küfür ediyorlar en fazla. Ben bunu da makbul buluyorum. Ama bu konuşma hastalığının yazmayı durdurması bir boşluk yaratıyor. 90’ların boşluk olma sebebi de bu bence. Dergiler –yine özellikle İslamcı şiir-edebiyat dergileri- sadece konuştular. Geçmişe dönük bir sorgulama ya da hesaplaşma dönemine girmediler. Yine benim tespit edebildiğim kadarıyla bu hesaplaşma/sorgulama işini en son sizin de içinde bulunduğunuz Edebiyat Dostları dergisi, biraz da kırıp dökerek yapmıştı. Siz bütün bu “güzel boşluk” içinde Natama’yı nerede görüyor ya da konumlandırıyorsunuz? Natama’nın bir “konuşma” dergisi olmaması için, daha da eleştirel bir yapıya bürünmesi gerekiyor mu?

Enis Akın: Başlamadan önce bir süredir söyleşi taleplerini reddettim, açıklamam da şuydu: Bütün enerjimi Natama’ya ayırıyordum, ancak son zamanlarda internet üzerinden yapılan bazı kişisel saldırılara yanıt verme gereği doğdu, Natama dışı suskunluğumu bu defalık bozuyorum.

“Natama’nın bir ‘konuşma’ dergisi olmaması için” diyorsunuz, konuşmak kötü bir şey değil, tabii dedikoduları, bitmeyen tiratları değil de karşılıklı edebi konuşmaları düşünürsek. Bu anlamda evet, eleştirel kaygı dergilerden eksildi. Şimdi internet zamanı. Eleştiri bildiğim tek diyalog türü, dolayısıyla eleştiri eksilince diyalog da eksildi edebiyattan. Diyalogun olmadığı yerde bir yalnızlık vardır en azından diye düşünebilirsiniz belki, ama bugün edebiyatta yalnızlık da yok diyalog da yok; ne var? “Ortaya karışık” var.

Kimse kimseyle diyalog içinde değil, ama kimse susmuyor. Uzun monolog atakları var (panik atak gibi, geçirilen bir şey). Susmanın ve diyalogun bir ritmi olmalı, işte o ritmi yitirmiş durumdayız. Bu yitirmeye dair bir olay anlatayım: Geçmiş Natama sayılarından birinde bir şair, bir şiir yazısı yazıyor, güzel de bir yazı ve bu yazıda birtakım şairlerin arasında kendinden yaşça büyük bir şairin daha adını sayıyor. Adı geçen şair yazıyı okuduktan sonra tüitırdan yazarı buluyor ve gösterdiği tepki: “Sen nasıl benim adımı sayarsın!” Ben çok şaşırdım. Eleştiride ne zamandır kitabı basılmış, az çok bilinen bir şairden bahsetmek için izin alır olduk? Adından bahsedilmesini istemeyen şiir yayınlamaz, dergi, kitap çıkartmaz. Hoşunuza gitmeyebilir, yazıyı beğenmediyseniz eleştirirsiniz. Buyrun “benden nasıl bahsedersin” konulu bir eleştiri yazın da edebiyat alemi ego neymiş görsün. Özdemir İnce yıllar önce kendine yapılmış bir eleştiriye cevap vermişti Radikal İki’de, ne güzel eğlenmişti Radikal İki editörleri. Pardon ama burası kimsenin özel mülkiyetinde değil, adına kültür deniyor, mülkiyeti üzerimizde olmayan yerlerde kimin bizden bahsedeceğine kimin bahsetmeyeceğine karar veremiyoruz. Üstüne üstlük bunu internet üzerinden bizden yaşça küçük diğer şaire hiç bildiremiyoruz. Bu, edebi bir davranış değil’i bırakın nazik bile değil, “kişisel” bile değil. Susması gereken yerde konuşan, konuşması gereken yerde susan bir insan türü oldu bazı edebiyatçılar.

Sosyal medya insanlara “dünya kadar büyüğüm ben” yanılsaması veriyor. Zannediyorsunuz ki bütün dünya kulak kesilmiş sizi dinliyor, hayır siz kendi kendinizle sohbet içindesiniz, ama sosyal medya kendinizi sanki bütün dünyaya konuşuyormuş gibi pozisyonlamanıza olanak veriyor ve bu çok iyi geliyor, grandiyöz ego. Ben de herkes gibi adımı tarattığımda karşıma çıkanları okuyorum ama cevap verme ihtiyacı duymuyorum. Herkes istediği kadar monolog yapabilir, kimse engel olamaz, ama eğer birinin bana edebi açıdan kayda değer bir sözü varsa bunu edebi açıdan kayda değer bir ortamda söylemesi ve bir zahmet adımla söylemesi lazım. Yoksa kim ne dedi diye, açıkçası uzaktan fısıltıyla yapılan eleştirileri takip edeceğim diye enerji harcayamıyorum. İnternette dünyayla konuşanların gürültüsünden başka hiçbir şey duyulmuyor. “Dünyayla konuşan” diyorum, bitimsiz monologlar, salgın kanaat ishali gibi başka adlandırmalar da mümkün.

Natama’da yazdığım yazılar, sadece sonuncusu değil, tamamı neticede birilerini “görüyor”, ister beğenilsin ister beğenilmesin bir diyalog arayışıdır. Sivri dilli bulunabilir. Elbette. Dilinizi sivriltmezseniz zaten baştan herkesin kendini dinlediği ortamın kurbanı oluyorsunuz. Bir diyalog gerçekleştiğindeyse kanalların yıllardan beri tıkalı olmasının kokuları sızıyor ortalığa, edebi bir kavga etmesini bile unutmuşuz, konuları kişiselleştirmemeyi, tartışma kurallarını umursamaz olmuşuz. İnternet her birimize dünyaya eşit bir “dev” olduğumuzu öğretti çünkü.

Diyalog yok olunca tek kişilik kompartmanlarda yaşayan “dev” şairler birbirini hiç eleştirmiyorlar, ateşlemiyorlar, rekabet etmiyorlar, birbirlerini “çok seviyorlar”. Bu sevgi seli ilişkisizliğin, eleştirisizliğin, birbirini okumamanın bir uzantısı. Kompartmanlaşmanın alışverişi arttırdığı ve şiirin/eleştirinin kalitesini yükselttiği de söylenemez. Bir de bu çağın adına dalga geçer gibi “iletişim çağı” demeleri de ironik. Kesinlikle daha çok bir iletişimsizlik çağından söz edebiliriz. İnternet ve iletişim teknolojileri sadece iletişimin ortalama hızını arttırmış görünüyor. Hareketleri, kokuları, heyecanı ve (bazen de) tükürük sıçramalarını içeren yüz yüze konuşma hâlâ iki insanın iletişimi için en verimli araç. “İletişim çağındayız” klişesi iletişimin sadece kelimelerle yapıldığı gibi bir yanlış anlaşılmaya dayanıyor. İşte o çok yavaş bir iletişim. İnternetin bana sağladığı “iletişimin ortalama hızı”ndan bana ne? Edebiyat, yaşamın anlamından, beşeri derinlikten söz ediyor; ben “otobüsten hangi durakta ineceğimi” sormuyorum ki. Edebi iletişim söz konusuysa yeni fikirleri diyalogla üretebilirsiniz, yüz yüze olmuyorsa (ki olmuyor) yüzyıldır güncel edebiyatın yaşadığı yerde: Dergilerle.

Toplumsal eylemler Natama Hayat Memat Dergisini yakından ilgilendiriyor. Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, travesti seks işçileri, Gezi, Berkin Elvan, Soma… hepsi bir biçimde edebi meseleler bizim için. Natama olarak Gezi öncesinde bir “internet protestosu” planlıyorduk, internetin insanların enerjisini tüketmesi, bir büyüklenme duygusu vermesi, vb. gibi nedenler benim nedenlerimdi, başka arkadaşlarımın olayı açıklamakta kullandığı nedenler tamamen farklı olabilir… Toplu olarak sosyal medya hesaplarımızı donduracaktık… Gezi isyanıyla beraber sansürlenmeyen tek medyanın sosyal medya olduğu bariz bir biçimde ortaya çıkınca o projeyi durdurduk. İnternet hala eleştiri, analiz, diyalog, keşif için uygun bir ortam değil ama örneğin “insanların az sonra nerede toplanacakları”nı öğrenmek için süper ve çok yeterli bir araç. Çöpe atalım demiyorum, desem ne yazar zaten, ama amaç analizse, yeni fikirlerse, aradığımız, sorunuzda sözünü ettiğiniz etkileşimi orada bulamayacağız, diyorum. İnternet bir gün edebi diyalogun yaşandığı bir yer belki olur ama bugün kesinlikle değil.

Elbette Natama da her dergi gibi isimleri bilinen ve bilinmeyen bir ekibin işi. Bilmiyorum edebiyat dünyası Davut Yücel ve Mihrap Aydın’ın bu dergiye katkılarından haberdar mı? Onlar olmasaydı bu dergi bu dergi olmazdı. Sadece onlar değil Gül Abus, Ali Aydemir, Demet Özge Aykan, Cihat Duman, Ali Dündar, Çağnam Erkmen, Murat Ertel, Özgür Göreçki, Mehmet Öztek, Hasan Rua, Ömer Şenel, Gün A. Utkan içimizdeki herkes kendi yeteneği neye göreyse onun katkısını sunuyor ve ortaya Natama diye bir şey çıkıyor. (Bu arada isimler bunlarla sınırlı değil ve her geçen gün büyüyoruz.) Ama sürekli dendiği gibi “Enis Akın ve etrafındakiler” adında bir birlik yok. Natama bir merkez değil, gelip geçilen bir durak. Bunlar haset kokan hareketler. Buradan bizi “Davut Yücel ve etrafındakiler” olarak anacak ilk 3 kişiye bedava abonelik verebiliriz. Ciddili.

Natama aslında baştan beri bu diyalogsuzluk sorununa bir alternatif olmayı, çok sesli olmayı gözetiyor. Aslında bu yeni bir sorun değil, 20 yıl önce de Türkçe şiirde bir sahne yoktu; o günden bugüne edebiyatın içinde olan herkes bugün gelinen diyalogsuzluktan, çoraklaşmadan, kompartmanlaşmadan sorumludur. Kimse “ay ne kadar kirli” deme lüksüne sahip değil. Örneğin ne zaman oldu bilmiyorum ama “edebiyat ortamlarıyla işim olmaz”, “hiç şair tanımam” gibi cümlelerin artık birer övünme cümlesi olduğunun farkında mısınız? Genç kişilerin dilinden düşmüyor: “Ben edebi ortamların dışındayım, kimseyi tanımam.” Edebiyat ne zaman bu kadar kirli bir şey oldu? Aslında edebiyat 70 ve 80’lerde politikacıya yanaştığında, 90 ve 2000’lerde pazarlamacıya yanaştığında bunun sonucunda bugün içinde yaşadığımız o sıfatı elde etti: Kirli. “Edebiyat ortamlarıyla işim olmaz” tepkilerinin edebiyatın ticarileşmesine bir tepki olarak ortaya çıktığını sanıyorum. Bu, yıllardan beri kitap tanıtım yazılarıyla, gazetelerin kitap tanıtım ekleriyle, özetle reklamın edebiyata musallat olmasıyla hiç mi ilgili değil?

Edebiyat bir savunma sporudur, adına şair denen bazı kişilerin var olma nedenlerini, kendi kendilerine uydurdukları “hayatın anlamı” diye başlayan cümlelerini, maneviyatlarını savundukları bir yerdir; şiirleriyle ve eleştirileriyle. Edebi kavgayı ben icat etmedim, belki son yazıyla yaptığım şuydu: Edebi kavgayı dedikodunun karanlık köşelerinden, internetin bulaşık suyundan kurtarmak. Kurumsal ya da kişiselinden, kıdemlisinden gencinden, normalde dağınık gibi görünen bir güruhtan toplu olarak küfür yememle sonuçlandı girişimim. Burada bana küfür etmeyi marifet sayan arkadaşlara iki çift lafım var, ki çoğunu tanıyorum: Kendinizi kahraman sanmayın, bana küfretmekle cesaret sergiliyor değilsiniz. Ben her zamanki gibi yalnızım, yalnız kavga ediyorum. Arkamı sağlam bir yere dayıyorum gibi konuşmam arkamı sağlam bir yere dayadığım anlamına gelmiyor, arkam boş. Güçsüz olduğumu söylüyor da değilim, sadece bir başınayım. Her gördüğünüz çıplağı kral sanmayın. Ben hep isyanın tarafındayım, “nasılsa otoriteye de karşı çıktık artık rahatça boyun eğeriz” konforunu, “küçük olsun ama bizim olsun” rantını tercih eden, daha ne söylediğimi duymadan bana küfreden kişiler hep vardı. 1980’lerde de zamanın şiirinin babalarıyla, normlarıyla nasıl kavga ettiysem, hala ediyorum. Birbirini öpmeye doyamayan şair arkadaşlar, ortak bir söze dayalı olmayan şiir gruplaşmaları bir tek şeye bağlı olabiliyor, çıkara. Bu sistem yıllardan böyle, rant hep olacak. Doğru bildiğini söyleyen birisi “rant var” deyince de, hedef listeye giriyor. Ondan sonra bir açık arıyorlar, ilk fırsatta da “ahah” diyecek “yakaladım seni.” Çok sevinecek. Çünkü sen ortaya koyduğun işin kalitesiyle onun yıllardan beri ne kadar zavallı bir iş yaptığını gösterdin. Şiir mi diyorsunuz? Öncelikle görsel iletişimin hakkını vereceksiniz, sonraki konular ondan sonra… Ben de yaşadığım kadar doğru bildiklerimle ilgili konuşacağım. Örneğin son yazımda saldırıya maruz kalan liyakat dilencileriyle ilgili sözlerimi yakın zamanda detaylandıracağım. Şiirle alakası yok olup bitenin.

Profesyonel hasetçileri var Natama’nın, yemiyor içmiyor 24 saat “kime ne küfür edebilirim, nasıl zarar verebilirim” diye düşünüyor. Biliyor musunuz Natama’da yazan herkesi tek tek taciz ediyorlar. Bu kadar büyük bir birlik olunca karşısında sanki onlara-karşı-biz“miş gibi” oluyoruz ama Natama böyle ilişkilerin kurulduğu yaşatıldığı bir insanlar grubu değil, farklılığı bireyselliği dağınıklığı öven bir yer. Herkesin kendi adına tek başına söz aldığı bir yer. Bizim sözümüz bazen bir araya geliyorsa, bu, beraber yaptığımız işin keyfinden olabilir.

“Natama’nın daha eleştirel bir yapıya bürünmesi” diyorsunuz, öncelikle bir şiir dergisiyiz. Eleştirel şiir yazıları yayınlama amacımız her zaman olacak. Son tartışmalarda merkez olmaya çalışmakla da suçlandık, bu gerçekten komik (aradım, komik dışında bir sıfat bulamadım). Merkez olmaya çalışan herkesle iyi geçinir, sivri uçları yoktur, kimseyi eleştirmez herkesi sever, her düşündüğünü söylemez, ağır başlıdır ve en önemlisi eylem yapmaz, merkezde olmak durmaktır. Duvar, İtibar, Varlık, Kitap-lık dergileri merkez olmak ister. Biz merkez olmak isteseydik Gül Abus’u sansürlerdik, Gezi sayısını öyle yapmazdık. Örneğin 3. sayıdaki (Gezi sayısı) yazılar dumanı üstünde, eylemci, eylemin içinden yazılmış yazılardır, Natama muhabirlerinin yazılarıdır. Biz yukarıda merkez olmak için gerekenlerin tersi olan her şeyi yapıyoruz, merkeze karşı konumumuzu da kolay kolay yitireceğimizi sanmıyorum. Sıkıntı yok.

Son zamanda bir de reklam yapmakla suçlandık. Yaptığımız iş ortada. Yaptığımız “reklam” dergi çıkınca bunu duyurmaktan ibaret. Oysa bizim eleştirdiğimiz, yaptıkları işin doğasına reklam sızmış, şiiri tamamen bir reklam kampanyası içinde düşünmeye başlamış bazı zihinlerdir. Reklamcı şairler okur sayıları artarsa kendilerini başarılı olacak sanıyorlar, bu bir piyasa varsayıyor, piyasaya çıkabilmelisiniz, herkese az çok göz kırpabilmelisiniz… Sadece duruşunuzu değil sözünüzü de öyle eğip bükmelisiniz. Ve bunu yapıyorlar. İyi de herkese birden göz kırparken bir bakarsın bel kemiğinin yerinde yeller esiyor. Okuru bu kadar önemsemek yanlış bence, yanlış okura ulaşmanın hiçbir anlamı yok. Eğer bir şiir doğru şiirse, onun okuru başlangıçta olmamalıdır zaten, onun adına Hilmi Yavuz filan derdik eskiden. Hala yaşıyor o eğilim, ruhu bazı çevrelerde yaşıyor. Natama böyle mi? Bir çizgisi var, her okur bizi okuyamaz/okumaz/okumasın. Okur gerekirse yaratılır, artı eksi bir yirmi yıl sürer o kadar. “Şair olacak kadın”ın da o kadarcık ısrarı olsun artık.

2- Bir yazınızda “Şiirin ihtiyaç duyduğu iyilik değil adalettir” demiştiniz. (3) Ben şiir kamusundaki bu eş dost ilişkilerinin sizin bahsettiğiniz şeyin “İyilik” kısmına denk geldiğini düşünüyorum. Ama mesela dergicilik özelinde, kardeşinin şiiri bile olsa, “Bu şiir gerçekten kötü, ben bunu basmam.” demeyi de bahsettiğiniz şeyin “Adalet” kısmıyla ilişkilendiriyorum. Yine benim tespit edebildiğim kadarıyla, bugün İtibar dergisi özelindeki bu “iyi insan” merkezli şiir dergiciliği durumunun sorumluları, İkinci Yeni şairleri. En başta da Cemal Süreya. Cemal Süreya, Papirüs’te, meyhaneden tanıdığı iyi çocukların şiirlerini basmaya başladığında eleştirel öncelik şiir dergisinin kapsamından çıktı. Natama’da “Geçerken Konuşulanlar” bölümünde yaptığınız bir görüşmede Hüseyin Cöntürk de –dergicilik konusunda- Turgut Uyar için benzer şeyler söylüyordu. Peki, sizin Natama’da nasıl bir önceliğiniz var? Şiirler ya da yazılar, gönderen kişiye bağlı olarak değerlendirmeye alınabilir mi?

Enis Akın: Edebiyatta benim gördüğüm şu: Esir almak istediğinizi översiniz. İyilik olsun diye övgü yoktur, doğrudan ve düpedüz kötülüktür, savaş taktiğidir. Hangi maçtı hatırlamıyorum, 2013 sezonunun ilk sezonunda Galatasaray’ın bir maçında Drogba soldan avut çizgisi üzerinde çok acayip bir hareket yaparak rakibini çalımladı, sonra da Burak Yılmaz’a “al da at” bir pas verdi, Burak da dokundu, gol oldu. Şimdi tam bu anda Burak ne yaptı? Drogba’ya mı koştu, teşekkür etmek için? Hayır, seyircilere koştu, göğsünü yumruklayarak “bakın ben ne yaptım” dedi. “Büyük” golcü önce hak edene hakkını verecek. Yoksa ona büyük golcü diyemiyoruz, Burak’a da diyemediğimiz gibi. Büyük golcünün üzerinde bir dirhem “Sezar’ın hakkı” kalmayacak. Neden basit bir teşekkür bile edemiyorsun? Seni ne durduruyor? Türkçe şiirin meselesini “pastanın paylaşımı” zannetme üzerine kurulu projeler kimseyi bir yere götürmüyor. Türkçe diye bir şey varsa, bunu inşa edenler, aklı fikri okur bulmak olanlar değil edebiyatın gereklerini bir öncelik addedenler olacaktır, gerisi rant yemektir. Bunların adını koymak kötülükse, bu kötülük iyi/adil bir şeydir. Buna “iyi yapıyorsunuz/aferin” demek mide bulandırıcı bir şeydir.

Yeni yazılmış çok iyi şiirlere rastlıyorum, çok iyi şairler var, umarım onlardan bahsedeceğim. Bence şiiri iyi bilen bir kuşak geliyor. Ancak şairin duruşu konusunda aynı şeyi söyleyemem, o zaman da hem şiire hem duruşa bakıyoruz doğal olarak, yazı kurulu olarak. Eş dost şiiri henüz basmadık, belki basarız da önemli değil.

Bir golcünün en güzel golü atmak istemesinde, bir şairin en iyi şiir yazmak istemesinde hiçbir sorun elbette yok. Rekabet illa ve hemen kötü bir şey değil, ancak diğerlerini kendi başarısının aksesuarı yapmak, o kötü. Şairler pasları verenlere teşekkürlerini esirgemekle büyük olunacağını kimden öğrenmişse yanlış öğrenmişler. Eleştiri yazıları yazmanın kariyerine zarar vereceğine veya diğer şairleri okumanın kendi şiirini bozacağına inanan şairler çok yanlış öğrenmişler: Edebiyatta etkileşimsizliğin propagandasını yapmaktalar. Bu bir formül değil ama iyi şiir diyalog gerektirir. Pardon ama çağdaşlarını okumadan bok yazarsın, birçok anlamda.

3-  Yıl 2014 oldu ama Türkiye’de hâlâ dokunulmaz olan şairler var. En son, yine sizin Enis Batur ile ilgili Natama’nın dördüncü sayısında -Orhan Koçak ile yaptığınız bir görüşmeyi aktarırken- söylediğiniz şeylerden sonra bir Enis Batur kampanyası başlamıştı. Birçok kişi sosyal medya ya da başka yerlerden Enis Batur sevgisini dile getirdi, dizeler falan paylaştı. Ben kendi adıma bu kadar Enis Batur seveni olduğunu bilmiyordum. Enis Batur ne ara bu kadar “dokunulmaz” oldu onu da bilemiyorum. Benzer bir şey İsmet Özel için de geçerli. Ben bir yerde İsmet Özel ile ilgili alaycı birkaç şey söylediğimde ertesi gün kullandığım mail ya da sosyal medya adreslerine küfürlü şeyler gelmişti. Bu sadece bu iki isim için değil Nâzım Hikmet ve maalesef –bunu son birkaç yılda daha çok görmeye başladık- Ece Ayhan için de geçerli. Hatta belki sizinle ilgili bir eleştiri getirdiğimizde bile “Hop, bi dakka.” diyecek insanlar vardır memlekette. Şairleri bu milletvekilliğinden nasıl kurtarabiliriz? Putlaştırmak yerine kırmak bir seçenek olabilir mi?

Enis Akın: Eski bir dostum “Şiir Postası”ndan kovulduğu zaman destek için ben de ayrılmıştım ama o daha sonra feyk bir kimlikle girip kendisi hakkında konuşulanları dinleme ihtiyacı duymuştu. Bunu hiç yapmadım. Birinin bana söyleyecek bir sözü varsa bana söyler/adımı anar, bunu yapmıyorlar, satır aralarında mesaj aramamı bekliyorlarsa boşuna bekliyorlar.

Konudan tüitırda haberim oldu. Orhan Koçak’a şunu sormuşum: “Bana Enis Batur hep biraz kendini yazarak var eden biri gibi gelmiştir. Ama burada klasik anlamında kendini yazarak var eden değil, yani örneğin bir şehre gider, orada trene biner, döner, gezi kitabı yazar, oraya da tren biletinin fotoğrafını koyar, çünkü eğer koymazsa Enis Batur külliyatı içinde o tren bileti yer almayacağı için aslında yaşanmamış olacaktır. Yazı-adam yapar kendini. Ne diyorsunuz?” Bunu okuyup mu Enis Batur’u savunma ihtiyacı duymuş insanlar. Bunda ne var? Ayrıca Enis Batur’la ilgili ilk defa yazıyor değilim, fikirlerimi “Kekeme Türk Şiiri” içinde de ifade etmiştim. 25 yıldır edebi eleştiriler yazıyorum, hep dışarıda kaldığına inanan birileri, “hassasiyet geliştirmeyi” tercih ediyor. Ne yapsın onu da anlamak lazım.

Kimsenin birbirini samimiyetine inanmadığı yerde iletişim olmaz, işçilerin ölümüne üzülüyorsun, darbe provası diyorlar, işte biz Berkin Elvan’ı kapağa aldık diye “kullanıyor” dediler, İzzet dedi, çok klişe bir iftira, Gezi’deki ölümler, Soma’daki ölümler, akepecilerde zaten başka bir argüman yok: “kullanıyorsunuz”. Şunu söylüyor aslında “samimi değilsin” –İyi de sen kimsin? Kimin samimi olduğunu kimin olmadığını belirleyebilecek bu kibri kimden devşirdin? Birini anmadan birine üzülmeden önce sana mı sormalı insanlar? Marşo vermeden, gizli gizli “teşhir sevinci” her kitaba göre ahlaksızca bir şey. İktidarı savunarak şair kalabileceğini sanıyor ve bu sanılarını rasyonelleştirebilecek argümanları bulunca çocuk gibi seviniyor İzzet Yasar. Beynini yitirmiştir; akepe kötü görünmesin diye Türkiye’deki kadın cinayeti istatistiklerini dünyayla karşılaştırıp “yahu o kadar da kötü değiliz” diyecek kadar, yitirmiştir. Ece Ayhan’dan buraya pes dedirten bir yol.

İnternette şu anda sanki despota karşı bir zemin sağlarmış gibi görünüyor ama esasen çok faşist pratikler işliyor; mahalle baskısı, linç kültürü, ahlaksız çarpıtma, sidik yarışı, beyinsiz iftira gırla gidiyor. Elbette 132 karakterle (İzzet sevinsin diye yanlış yazıyorum) tartışma yapmayacağız, ama öyle vahşi bir topluluk kültürü oluştu ki en son iki örneği: Erdoğan demediği halde “yahudi dölü” dedirtildi ve Yılmaz Özdil’in Soma kinayesi bilerek ve isteyerek yanlış anlaşıldı. Bunlar iletişimin unsurları değil, inadına sağırlaşmanın unsurları. Eskaza tüitır partisi hükümeti devirmekte başarılı olursa ve sol bir hükümet çıkarsa, buraya yazıyorum, o sol iktidarı o “tüitır partisi” donunda sallayacaktır. O zaman internetteki “sürü ahlakı” daha iyi anlaşılır belki. En temel diyalog öğesi olan soru hiç yok, her yer cevap dolu ve gerçekten haberleşme anlamında iletişime gerek olmayan zamanlarda yani Gezi gibi olaylar dışında, bu cevapların yarattığı tahakküm, otorite, iktidar inanılmaz boyutta.

Enis Batur, İsmet Özel, hele de Ece Ayhan, eleştirilince azalacak isimler midir? Orhan Koçak söyleşisi bugün yapılmadı, 2006 yılında yapıldı. O zamanlarda Enis Batur önemli bir yayınevinin yayın kurulunun yöneticisi konumunda birisiydi, bununla kalmıyordu her hafta bir derginin, kitap ekinin kapağında portresi beliriyordu. Bunu konu yapıp ağızlarına söz alanlar açık arıyorlar, açık aradıklarını o kadar belli ediyorlar ki zavallılıkları görünüyor. Çok çiğ.

4- 1989’dan itibaren -belki daha öncesi de vardır ama ben en son o tarihe kadar inebildim-Turgut Uyar üzerine birçok yazı yazdınız. Bu yıllar içinde Turgut Uyar sürekli, basamak basamak popülerleşti ve en son Gezi Olayları sırasında –neredeyse-  direnişin araçlarından birisine dönüştü. Sizin en son yazdığınız Turgut Uyar yazısı için (“Turgut Uyar’ın “Bir Apoletli Şair” Olarak Portresi(4)) bir “Gezi Sonrası Turgut Uyar Yazısı” değerlendirmesi yapılabilir mi? Bundan sonra Turgut Uyar’a Gezi’den bağımsız yaklaşmak pek kolay olmayacak gibi görünüyor. Hatta Turgut Uyar’a  “dokunmak” da bundan sonra zor olacak gibi görünüyor.  Bu noktada sizin yazınız ve Yılmaz Varol’un “Çift Cepli Gömlek”(5) yazısı yeni bir Turgut Uyar portresi için atılmış ilk adımlar gibi oldu. (Ben bu yeni portreye –belki yanlış bir değerlendirme olabilir ama-: “Turgut Uyar da sütten çıkmış ak kaşık değil” diyorum kısaca.)  Siz iki yıl öncesinde “Artık Turgut Uyar’ı sevmeyebiliriz” de demiştiniz ama bu yeni Turgut Uyar portresinin oluşmasında Gezi sürecinin de bir etkisi var sanırım?

Enis Akın: Turgut Uyar hakkında Defter’de, Yasakmeyve’de ve Natama’da yazdım. Önemli şair. Şimdi iyice yerine oturdu; hakkı ödenmemiş birini eleştiremezsiniz; ama hakkı olan yere gelen birini eleştirmek gerekli, iyi edebiyatın gündemi bunu gerektirir.

Gezi’nin etkisi her şeyde çok var, Turgut Uyar yazısında da var. Turgut Uyar Gezi’deki “#şiirsokakta” heşteginde de görüldüğü gibi krallığını ilan etti, dolayısıyla Uyar’ı eleştirmenin de yeri geldi. Özellikle “göğe bakma durağı” klişeleştiriliyor; eskiden eleştirilmeden yerin dibine batırılırdı, şimdi de aynı tavırla eleştirilmeden yüceltiliyor. Gezi ruhu diye bir şey varsa, bunun kralları devirmeye olan ihtiyaçla bir ilgisi olsa gerek.

5 yıl öncesine kadar Türkçe edebiyatta belki anti-faşist bir ittifakın varlığından söz edilebilirdi, Gezi’ye kadar. Geziye karşı hükümetin takındığı tutum bu edebi ittifak açısından sağdaki tarafı daha sağcılaştırdı, solu solculaştırdı. Bu “sağın daha sağa doğru hareketinin” ilk örneklerinden birisi aslında Gezi’den önce Natama’da yaşandı. Edebiyatı “terbiye ettiklerini” sanan bazı kimseler, bir şiir personasına karşı, adına şiir, şair, edebiyat dünyası denen ne varsa kendilerini sonsuza kadar bunun dışına kilitleyecek bir tepki gösterdiler. Edebiyatın boyun eğmeye, otoriteye âşık insanlar tarafından üretilebilmesi söz konusu değil.

5-  Şiir eleştirilerinizde sıkça değindiğiniz bir konu var. Ben bunu ilk olarak “Edebiyata Ahlâk?” yazınızda görmüştüm.(6) Özetlemek gerekirse, bu yazılarınızda, İkinci Yeni’ye karşı çıkanların aslında doğru bir noktadan hareket ettiklerini fakat “cahillikleri” ya da konumlarını belirleyecek birikimden uzak olmaları sebebiyle bu karşı çıkışı net bir duruşa çeviremediklerinden bahsetmiştiniz.(7) Ayrıca bugün bile İkinci Yeni şiirinin tam olarak analiz edilemediğini ve bunu itiraf edecek cesaretten de yoksun olduğumuzu söylediniz.(8) Ben tüm bunların bir 30 yıl sonra “deneysel şiir” için geçerli olacağını düşünüyorum. Bugün de aslında “fireleri olmasına” rağmen “deneysel şiir” “anlamsız, bireyci, soyutçu” gibi ne ifade ettiği tam olarak belli olmayan kavramlarla eleştiriliyor. Ve bu aslında zamanında İkinci Yeni’ye getirilen eleştirilerle birebir benzerlik gösteriyor. Mesela Serkan Işın’a sadece “Görsel şiir, şiir mi?” gibi bir argümanla yaklaşıldığında bu durum eleştiriden ziyade mizaha dönüşüyor. İşte bu sebeplerle, yani doğru dürüst bir eleştiri getirilememesi nedeniyle, 30 yıl sonraki İkinci Yeni, “deneysel şiir” olacak gibi görünüyor. Bugün İkinci Yeni’nin kusursuz görünme nedeni ne ise ileride de “deneysel şiir”in kusursuz görünme nedeni aynı olacak sanırım: Tutarlı eleştiri eksikliği. Bence şiirin asıl meselesi de okursuzluktan ziyade bu: Eleştirisizlik. Siz ne dersiniz?

Enis Akın: Heves’te iyi niyet vardı ama tasarım olarak kötüydü. Örneğin yazıda geçen isimlerden klişe kelle fotoğrafı kullanırlardı, yazıda geçen isimleri yazarından habersiz kalın yapma alışkanlıkları vardı, kapak tasarımı vs. “Beyaz alanların kullanımı” diye bir sorunun farkında bile değildi örneğin. Bu derginin deneysel şiir gibi (hele de seyrek de olsa görsel şiir gibi) bir öneriyle ortaya çıkmış olması orta boy bir felaket aslında. Mehmet Öztek’le bir söyleşi yapmıştık. Ses de getirdi, ama o kadardı benim için. Deneyciliğin adının Heves’le beraber anılmasına pek anlam veremiyorum. Ama Karayazı örneğin başka bir konudur, daha sonra başlamıştır ama onun duruşunu önemserim, sözünü dinlerim. Orada yazan arkadaşlar az çok bir paralelde konuşur, kendileri dışında bir dertleri vardır, Türkçe diye bir dertleri vardır, bence. Tabii Heves’le Karayazı bunlar Türkçe edebiyatın iyi örnekleri, öte yanda örneğin Kitap-lık dergisini hala okuyan kaldı mı bilemiyorum. Kim onları bu işe memur ettiyse yıllardan beri aynı bezgin memuriyet havası bütün sıkıcılığıyla sürüyor.

İkinci Yeni’de olan ve eğer ileride o anılmaya değer görülecekse Deneysel Şiir’de olmayan sizin de belirttiğiniz gibi eleştiridir. Deneysel şiir norm olmuştur, ama herhangi bir teorik altyapısının kurulabildiği söylenemez; tabii “Türkçe şiirde biçimin tarihini yazıyor” gibi reklamasyon cümleleri sizin için bir şey ifade etmiyorsa… Bunu daha yukarıda ilişkisizliğin bir sonucu olarak gösterdim, deneysel şiirin modası geçti, “politik şiir” modası çıktı. Şiirin politikleşmesini küçümsediğim sanılmasın, ama bunun moda edilmesini küçümsüyorum. Deneyciliği de, açıkçası, küçümsemiştim. Şiir yazabiliyor musunuz? Sonuca bakılır şiirde, gidiş yoluna kimse puan vermez.

Edebi diyalogu övüyorum, sadece onun sonuca ilişkin bir faydası olabilir, Ece Ayhan ve Fazıl Hüsnü Dağlarca hem Baylan pastanesinde oturup çay içerken hem de rekabet edebiliyordu, yani bir “diyalog” içindeydiler. “Eleştiri yazısı yazın.” Bunu söylüyorum. 




Notlar:

(1) İsim vermeden konuşmak “gönderme” yapmak gibi oluyor. O yüzden burada Celâl Fedai’yi ve Hece dergisinde yayımlanan “Münasebetimiz Olayların Üstündedir” yazısını kastettiğimi belirtmek isterim.

(2) “Mavi” dergisi ve 1950’li yılların başlarında şiirde bağlanma tartışması üzerine bir not” (Varlık – Aralık 2009) Ya da şuradan: http://enisakin.blogspot.com.tr/2010/12/mavi-dergisi-ve-1950li-yllarn-baslarnda.html

(3)  İnternet çağında iyi kalmak: İtibar dergisi (Duvar Dergisi, sayı 2, s.59-60 Mayıs 2012) Ya da şuradan: http://enisakin.blogspot.com.tr/2013/04/internet-cagnda-iyi-kalmak-itibar.html

(4)  “Turgut Uyar’ın Bir Apoletli Şair Olarak Portresi” ( Natama S.5, Ocak, Şubat, Mart 2014)

(5)  Yılmaz Varol “Çift Cepli Gömlek” (Duvar S.10, Eylül, Ekim 2013)

(6) İnsan çevresindeki çatışmalardan bağımsız düşünülemez. İnsanın bu çatışmalarda taraf olmayı reddetmesi, insan olmayı reddetmesidir. Bunlara lafım yok. Beyin, kişinin çevresindeki çatışmalarda birer birer taraf olmasıyla büyür. Kuşkusuz bununda sınırları var: Kişinin taraf olduğu çatışmalar gelişmişliğine görecedir. Bireysellik bu yöntem ve bu sınırla var olabilir, gelişebilir. Sınır olmazsa ne olur? Bu artık seçmek değil yargılamak ve karalamaktır. (Örneğin cahil Asım Bezirci İkinci Yeni şiirine karşı) Bu yargı rastlansaldır. Kişi taraf olduğu çatışmayı bilmeyince (rastlansal olarak) taraf olduğu tarafından belirlenecektir. Aynı anlama gelmek üzere olduğu yerde duracak veya gerileyecektir.”(“Edebiyata Ahlâk?” Edebiyat Dostları, S. 11 içinde, Mart 1988)

(7) “Attilâ İlhan, Asım Bezirci, Özkan Mert, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, İsmet Özel ve dönemin bazı reel-sosyalist şairleri bu şiir akımına 60’ların ortalarından başlayarak gerici, bireyci, soyutçu, anlamsız, kaçış gibi sadece kendi politik hedefleri açısından anlamlı olacak sıfatlar uygun gördüler. (…) İkinci Yeni’nin “burjuva şiiri” olduğunu demeye getiriyorlardı ki bu aslında hiçbir zaman derli toplu bir eleştiri yapmamış olmamaları ve karalayıcı üslupları bir kenara bırakılırsa, doğruya yakın bir tespitti, ancak tam olarak tanımlayamadılar. Tanımlayamazlardı, çünkü bunun için kendi iktidar-severliklerini masaya yatırmaları gerekirdi.” (“Turgut Uyar’ın Bir Apoletli Şair Olarak Portresi” ( Natama S.5, Ocak, Şubat, Mart 2014.)

(8) “Netice olarak İkinci Yeni, Türk Şiiriyle entegre edilemeden kaldı. Bugün bile şairler kayıtsız şartsız kabulle, kayıtsız şartsız ret arasında bölünmüş durumdadır. Analiz edemedik ve analiz edemediğimizi kendimize itiraf edecek cesaretten de yoksunuz” Ayrıca bkz: “ Eğer, Türk Şiirinde 1990-2010 arası yazılanlar özel bir biçimde hatırlanacaksa, ister eleştirenlerin öfkeli saldırılarıyla, ister tutkulu takipçileriyle olsun "deneysellik" gibi bir kavramla birlikte hatırlanacak.” (“son yıllarda şairin duruşu (bir iç hesaplaşma)”, Karayazı, S. 14, 2011)



Enis Akın’a cevapları için teşekkür ederiz.

Beş Soru başka konuklarla devam edecektir:



http://behcetbey.blogspot.com.tr/2013/12/bes-soru-nedir.html