Galiba
Yağmur Yağacak
O otobüse binmemek gerekiyordu. En
azından o ağrıyla. Su uzatsaydı biraz daha. Yapacak bir şey yok. “O sokaktaki
çocuğu hatırlıyor musun? Ona yardım etmeliydik. Sonra o sakat adam vardı. Onun
da ricasını kırmamalıydık. O zaman seni öyle öpmezdi belki.” “Bilmiyorum.
Otobüsten insek ya. Zaten, yani yanlış otobüse bindik.” “Tamam ineriz. Ama bir saniye, galiba yağmur
yağacak.” “Onu öyle öpmeyecektin”. “Doğru diyorsun.. İnelim ya şu otobüsten.”
Her zaman evrenin ardında bir zekâ
olduğuna inanırdım. Ama indiğimiz yerde bu zekâdan bir eser yoktu. Hepsi
birbirine benzeyen sokaklar. Nerden baksan 5 milyon yağmur tanesi düşmüştü
yerlere. Yürüyoruz. “Denize inelim
şuradan”. Denize iniyoruz. Yüzmek için kötü bir hava ama yapacak bir şey yok.
Ağrıdan kurtulmak için alternatif tıp yöntemlerini kullanmalıyız. “Sen atla
önce akıntı yoksa ben de gelirim.” “İyi
tamam atlıyorum.” Bir süre yüzmesini seyrettim. Akıntı yok gibi görünüyordu.
Yani boğulmadığına göre akıntı yoktu. Bilimsel bakış açım buydu. Cüzdan şu bu,
bir çukura sokup üstüne taş koydum. Atladım denize. Hava denizden daha
soğuktu. Yağmur beklediğimiz etkiyi
yaratmasa da yağıyordu. Yaklaşık 45 dakika açıldık. Ağrı geçmek üzereydi. “Geri
dönelim.” Denizden çıktığımızda hava aydınlanmaya başlamıştı. “Ben gidiyorum”
dedi. “İyi sağ ol “dedim. Gerçekten gitti. Bir süre gitmesini izledim. Sonra
ayağa kalkıp peşinden koştum. Koşarken pantolonumun ıslaklığının beni rahatsız
ettiğini fark ettim. “Biraz para bırak şurada kahvaltı yapacağım ben”. “Haa,
tamam.” Avucuma para bırakıp uzaklaştı.
Ben
Boksördüm Biliyon mu?
Kafamı atletle kurulayıp karşıdan
karşıya geçiyorum. Hava 9 dereceyi gösteriyor. Meydandaki saatin kanaati bu
yönde.
İki poğaça bir çay alıp masaya oturdum.
Ağrıdan eser yoktu. Biraz bacağıma dokundum. Yok, artık dokununca da
ağırmıyordu. Sıyırdığım pantolonun paçasını katlayıp sağlığıma şükrettim.
Şekerliğin içinde iki tane şeker
kalmıştı. Bu miktar benim için yeterliydi. Çaya iki şeker attım. Bir süre
erimesini bekledim. Aynen bu durumdan bahseden bir filozof olduğunu hatırladım.
İnsanlar nelerle uğraşmış diye düşündüm.
Anlaşılan gitmekten vazgeçmişti.
Karşıma oturduğunda son on dakikada iki yıl yaşlanmış gibi görünüyordu.
“Uyumadın mı?” dedi. “Yok, ne uykusu yahu, ağrıdan uyku mu kaldı anasını
satayım, birazdan uyurum ama.” Ceketini çıkartıp yeni yaptığı dövmeyi gösterdi.
Bir surattı aslında bu dövme. Basbayağı kolunda surat vardı yani. Çok saçma
buldum bunu. O yüzden kepenkleri tamamen açmaya çalışan işletmeciye yardım
ettim. Kilidi bir türlü açamıyorduk. Bunun üzerine içerden bir balyoz getirdi
işletmeci. Öyle sanıyorum kilidi kırmaya karar vermiştik. Önce o vurdu iki kez.
Sonra ben denedim. Yoldan geçen bir şarapçı yardıma geldi. O da birkaç kez
vurdu “Kaliteli kilit bu Allah gelse açamaz” dedi. Bu tanrıbilimsel açıklama
bizi yıldırmadı. Balyozu yeniden alıp son hız vurdum. Yerdeki bir taş sekip
dükkânın iki camını indirdi. Bir süre şangur şungur yere saçılan cam parçalarını
izledik. “Bu böyle olmayacak ben bir çilingiri arayayım” dedi işletmeci. “Öyle
olsun” deyip yeniden masaya geçtim. Masanın üstündeki atletle bir süre daha
saçlarımı kuruttum. Ona baktım, telefonuyla uğraşıyordu. İçerden işletmecinin
sesi geliyordu “Bugün Pazar ne ya. Başlatma pazarına! Gel aç şu kilidi!”
İşletmeciden kafamı çevirip yeniden ona baktım. O da bana bakıyordu. “Burada
niye televizyon yok” dedi. “Ufak işletme ya. Gerek duymamışlar.” dedim.
İşletmeci balyozla duvarlara vurmaya başlamıştı.
“Çay içer misin” dedim ona. “İçerim”
dedi. Kafamı içeri uzatıp “Abi iki çay” dedim. İşletmeci balyozla şekerlikleri
parçalıyordu. Bir an durdu. Çaydanlığın başına gitti. İki çay koyup getirdi.
“Yalnız şeker yok. Bugünlerde ülkede şeker sıkıntısı var. Bulamıyoruz,” dedi.
Bu karşımdaki insan için problem değildi. Çünkü o zaten çayı şekersiz içerdi.
Ama bu benim için bir problemdi; çünkü ben çayı şekerli içerdim. “Bugün ne
yapalım?” dedim ona. “Yürüyelim biraz, sonra gün başlayınca buluruz yapacak bir
şey” dedi. İşletmeci dükkânın içini komple yıkmıştı. Yanımıza geldi “Bir çay
daha içer misiniz?” dedi. “Yok abi, biz kalkacağız dedim.” Bunun üzerine
balyozla çaydanlığa doğru ilerleyip bir darbede yerle bir etti. Atletimi
giydim. Bu sırada şarapçı tekrar geldi. Bir süre dükkânı izledi. Sonra bize
dönüp “Çükümü göstereyim mi?” dedi. “Valla şu an bu yönde bir ihtiyacımız yok.
Ama çok istiyorsan gösterebilirsin” dedim. Bana doğru eğildi “Ben boksördüm
biliyon mu?” dedi. Çükünü göstermeden uzaklaştı. Masaya iki lira bırakıp
kalktık.
Acı
ve Titreme
Yolda yürürken ağrı yeniden başladı.
Sekiyordum. “Üşüyor musun” dedi titrediğimi görünce. Üşümekten daha ciddi
sıkıntılarım vardı o yüzden cevap vermedim. Ceketini çıkarıp bana verdi. O da
sırılsıklamdı ama dünyevi şeyler onda bir rahatsızlık yaratmıyordu.“Eve
gidelim. Sen böyle dolaşma dışarıda” dedi. Benim evim çok uzaktı. Oraya gidene
kadar toplamda üç organ kaybedebilirdim. Onun evine gitmeye karar verdik. Ama
bunu yapabilmemiz için annesinin işe gitmesini beklemek zorundaydık. Bunun
nedenini bilmiyordum. Ama soracak mecalim de kalmamıştı. Evlerine kadar
yürüdük. Eve yakın bir parkta oturup annesinin apartmandan dışarı çıkmasını
bekledik. Bakkala gidip sakız, sigara ve gazoz aldı. Sigarasını yaktı. Ben de
gazozu açtım. İçip beklemeye başladık. Sonra çantasını açıp iki bere iki tane
de güneş gözlüğü çıkardı. “Tanınmayalım” dedi. Gözlükleri ve bereleri taktık.
Titreyerek sigara ve gazoz içiyorduk. Sakız teklif etti, kabul etmedim. “Doktor
ne diyor?” dedi. “Neyle ilgili?” dedim. “Ağrı işte ya. Bacağın falan” “Ha, o
konuyla ilgili bir konuşma geçmedi.” “Ne konuştunuz peki?” “Pek bir şey
konuşamadık.” “Neden?” “Doktora gitmedim çünkü.”
Islak ayakkabılarımı çıkarıp, çıplak
ayaklarımı kıçımın altına aldım. Bu titrememi biraz durdursa da acıyı
artırmıştı. Acı ve titreme dengesini sağlamam gerekiyordu. “Acı ve titreme”
dedim kendi kendime. “Korku ve Titreme o” dedi. “Hangisi?” dedim. “Bahsettiğin
şey. Korku ve Titreme o.” Cevap vermedim. Uyumak için kafamı onun omzuna doğru
yaklaştırdım. Güneş gözlüğünü kafasına doğru kaldırıp bana baktı.” Sen çok
titriyorsun ya” dedi. Üstündeki kazağı çıkardı. Sonra benim üstümdeki ceketi
çıkardı. Daha sonra kazağı bana giydirdi. Sonra ıslak pantolonumu çıkardı ve
ceketi alıp bacaklarımı ve ayağımı örttü. Kafamın altına da çantasını koydu.
“Sen bekle hemen geleceğim” dedi.
Kafamda bere, gözümde güneş gözlüğü,
üstümde kırmızı kazak, çıplak bacaklarımın üstünde bir ceketle bankta
uzanıyordum. Gelip geçen bir iki kişi bana baktı. Sanırım bankta yatan serseri
jargonunda yeni bir çığır açmıştım. Üşüyen ellerimi başımın altına koydum. Geri
dönmeme ihtimalini düşündüm. Kaçıncı katta oturduklarını biliyordum. Annesini
de görsem tanıyabilirdim. Ama eve girmek bir meseleydi. O yüzden bankta yatıp
onu bekleme seçeneğimi sonuna kadar kullanmaya karar verdim. Acı ve titremeye
rağmen uyumak üzereydim. Bu sırada bir bisikletin üstünde geri döndü. Gözlüğümü
kafama çıkarıp yattığım yerden ona baktım. “Eczaneler daha açılmamış. Sana bir
şeyler getirecektim.” dedi. “Bisiklet ne alâka?” “Bilmem, yolda duruyordu ben
de bindim” Apartmana doğru baktı. “Annem çıkıyor. Kalk kalk” dedi. Hemen
doğruldum. Apartmandan bir kadın çıkmıştı gerçekten de. “Niye bu tarafa doğru
geliyor. Anne niye buraya doğru geliyorsun?” dedi kendi kendine. Üzerime doğru
eğildi. Gözlüğünü çıkardı “Tamam şöyle yapacağız. Eğer annem bizim yanımızdan
geçerse öpüşmeye başlayacağız. Sen böyle beremi falan da indir ki tanınmayalım
tamam mı?” dedi. Ben de ona “Bak burası Amsterdam değil. Sabahın köründe parkta
öpüşen iki erkek emin ol daha çok dikkat çeker.” dedim. Ama bu cümleye nokta
konmadan dudaklarıma yapıştı. Öpüşmenin şiddetinden güneş gözlüğüm yere
düştü. Annesi de tam bu sırada
yanımızdan geçti. Dönüp bize bakmamıştı bile. Daha çok telefonuyla ilgileniyordu.
Öpüşmemiz bitince hızlıca kalktık. Gözlüklerimizi yeniden takıp apartmana
girdik. Asansöre bindiğimizde ağzımda kabul etmediğim sakızın tadı vardı.
Çatışma
Büyüyecek
Ev sıcaktı. Hemen üstümdekileri
çıkardım. “Dur ben sana banyoyu hazırlayayım” dedi. Evi biraz dolaştım. Sadece
donla kalmıştım. Titremeye devam ediyordum. Kütüphanesine baktım. Beckett ve
Joyce dışında ilgi çekici bir şey yoktu. “Banyo hazır.” dedi içeriden. Banyoya
girdim. “Bir şeye ihtiyacın olursa haber ver. Bu arada mesaj attı yoldaymış”
dedi. “Tamam” deyip kapıyı kapattım. Donumu çıkarıp küvete girdim. O an evrenin
ardındaki zekâya yeniden inandım. Güzel bir dünya olabilirdi burası. Kafamı
küvetin kenarında dayayıp gözlerimi kapattım.
Gözlerim açıldığında koridordan sesler
geliyordu. “İçeride mi?” diyordu bir kadın sesi. “Evet. Uyumuş küvette.
Dokunmadım” “Tamam. Ben bir bakayım. Çok sağ ol onunla ilgilendiğin için” “Ne
demek yahu. Güzel vakit geçirdik.”
Camlı kapının ardında gölgesini gördüm.
İçeri girdi. Gözlerimi kapatıp uyuyormuş gibi yaptım. Bir süre yanımda dolandı.
Sonra elini suya daldırdı. Bir süre sonra da sıcak suyu açtı. Başımı okşayıp
seslendi “Uyan canım.” Gözlerimi açtım. Bir süre onu izledim. Üstünde -küçük
memelerine rağmen- dekolte diyebileceğimiz kırmızı bir elbise, elinde küçük bir
çanta, dudağında da sabahın köründe neden sürüldüğü belli olmayan bir ruj
vardı. “Yer aç da yanına geleyim” dedi.
Küvette doğruldum. Üstündekileri çıkarıp küvete girdi. Altında bikini
vardı. “Kış günü bikini?” dedim. “Ben yaz kış giyiyorum altıma.” dedi. Uzun
uzun baktı bana. “Bacağın nasıl oldu?” “Daha iyi”. Küvetin yanındaki pencereyi
açıp sokağa baktı. “Çatışma büyüyecek” dedi. Kafamı uzatıp dışarı baktım.
Birkaç tane yeşil takım elbiseli adam vardı. “Galiba öyle olacak” dedim. Pencereyi
kapattık. “Seni özledim” dedi. Bana doğru yaklaştı, öpüştük. Biz öpüşürken evin
kapısı kırıldı. Banyonun camlı kapısından sadece yeşil renkte üç dört kişi
görüyorduk. Olayları daha çok sesler üzerinden takip etmeye çalıştık. “Bisiklet
nerede?” “Gezmek için almıştım. Yemin
ederim geri getirecektim. Vurmayın n’olur.”
“Gel buraya. Bisikletin yerini göster. Yürü.” “Tamam göstereceğim. N’olur vurmayın”
Sonra sesler kesildi. Yeniden pencereyi
açıp aşağıya baktık. Yeşil takım elbiseli adamların sayısı bine yaklaşmıştı.
Bütün sokağı kaplamışlardı neredeyse. Büyük kalabalık karşıdaki parkın içine
doğru yaklaştı. Parkın küçük kapısından yanında bisikletle evinde konuk
olduğumuz delikanlı çıktı. “Alın, bisiklet burada. Özür dilerim” dedi. Yeşil
takım elbiseliler delikanlıyı alıp bir çöp konteynırına koydular. Kapağını da
kapatıp üzerine yan taraftaki inşaattan getirdikleri tuğlaları yerleştirdiler.
Yeşil takım elbiselilerden oluşan kalabalık yarıldı. Gülerek bisikletle
ilerleyen bir yeşilli geçti aralarından. Kalabalık yavaş yavaş onu takip etmeye
başladı. Sağdan sapıp yaklaşık beş dakika içinde gözden kayboldular. İçlerinden
biri şapkasını düşürmüştü. Sokağın tam ortasında güneşte parlayan yemyeşil bir
şapka duruyordu. Pencereyi kapattık. Beni yeniden öptü. Onu öpmeyi çok
özlediğimi fark ettim. Uzun uzun öpüştük. Öperken gözleri hep kapalı olurdu.
Dudaklarımdan uzaklaşıp gözlerini açtı. Gözlerime doğru uzun süre baktıktan
sonra “Sen sakız mı çiğnemeye başladın?” dedi.