24 Aralık 2016 Cumartesi

Çatışmadan Önce Birlikteyiz






Galiba Yağmur Yağacak

O otobüse binmemek gerekiyordu. En azından o ağrıyla. Su uzatsaydı biraz daha. Yapacak bir şey yok. “O sokaktaki çocuğu hatırlıyor musun? Ona yardım etmeliydik. Sonra o sakat adam vardı. Onun da ricasını kırmamalıydık. O zaman seni öyle öpmezdi belki.” “Bilmiyorum. Otobüsten insek ya. Zaten, yani yanlış otobüse bindik.”  “Tamam ineriz. Ama bir saniye, galiba yağmur yağacak.” “Onu öyle öpmeyecektin”. “Doğru diyorsun.. İnelim ya şu otobüsten.”

Her zaman evrenin ardında bir zekâ olduğuna inanırdım. Ama indiğimiz yerde bu zekâdan bir eser yoktu. Hepsi birbirine benzeyen sokaklar. Nerden baksan 5 milyon yağmur tanesi düşmüştü yerlere. Yürüyoruz.  “Denize inelim şuradan”. Denize iniyoruz. Yüzmek için kötü bir hava ama yapacak bir şey yok. Ağrıdan kurtulmak için alternatif tıp yöntemlerini kullanmalıyız. “Sen atla önce akıntı yoksa ben de gelirim.”  “İyi tamam atlıyorum.” Bir süre yüzmesini seyrettim. Akıntı yok gibi görünüyordu. Yani boğulmadığına göre akıntı yoktu. Bilimsel bakış açım buydu. Cüzdan şu bu, bir çukura sokup üstüne taş koydum. Atladım denize. Hava denizden daha soğuktu.  Yağmur beklediğimiz etkiyi yaratmasa da yağıyordu. Yaklaşık 45 dakika açıldık. Ağrı geçmek üzereydi. “Geri dönelim.” Denizden çıktığımızda hava aydınlanmaya başlamıştı. “Ben gidiyorum” dedi. “İyi sağ ol “dedim. Gerçekten gitti. Bir süre gitmesini izledim. Sonra ayağa kalkıp peşinden koştum. Koşarken pantolonumun ıslaklığının beni rahatsız ettiğini fark ettim. “Biraz para bırak şurada kahvaltı yapacağım ben”. “Haa, tamam.” Avucuma para bırakıp uzaklaştı.

Ben Boksördüm Biliyon mu?

Kafamı atletle kurulayıp karşıdan karşıya geçiyorum. Hava 9 dereceyi gösteriyor. Meydandaki saatin kanaati bu yönde. 

İki poğaça bir çay alıp masaya oturdum. Ağrıdan eser yoktu. Biraz bacağıma dokundum. Yok, artık dokununca da ağırmıyordu. Sıyırdığım pantolonun paçasını katlayıp sağlığıma şükrettim.

Şekerliğin içinde iki tane şeker kalmıştı. Bu miktar benim için yeterliydi. Çaya iki şeker attım. Bir süre erimesini bekledim. Aynen bu durumdan bahseden bir filozof olduğunu hatırladım. İnsanlar nelerle uğraşmış diye düşündüm.

Anlaşılan gitmekten vazgeçmişti. Karşıma oturduğunda son on dakikada iki yıl yaşlanmış gibi görünüyordu. “Uyumadın mı?” dedi. “Yok, ne uykusu yahu, ağrıdan uyku mu kaldı anasını satayım, birazdan uyurum ama.” Ceketini çıkartıp yeni yaptığı dövmeyi gösterdi. Bir surattı aslında bu dövme. Basbayağı kolunda surat vardı yani. Çok saçma buldum bunu. O yüzden kepenkleri tamamen açmaya çalışan işletmeciye yardım ettim. Kilidi bir türlü açamıyorduk. Bunun üzerine içerden bir balyoz getirdi işletmeci. Öyle sanıyorum kilidi kırmaya karar vermiştik. Önce o vurdu iki kez. Sonra ben denedim. Yoldan geçen bir şarapçı yardıma geldi. O da birkaç kez vurdu “Kaliteli kilit bu Allah gelse açamaz” dedi. Bu tanrıbilimsel açıklama bizi yıldırmadı. Balyozu yeniden alıp son hız vurdum. Yerdeki bir taş sekip dükkânın iki camını indirdi. Bir süre şangur şungur yere saçılan cam parçalarını izledik. “Bu böyle olmayacak ben bir çilingiri arayayım” dedi işletmeci. “Öyle olsun” deyip yeniden masaya geçtim. Masanın üstündeki atletle bir süre daha saçlarımı kuruttum. Ona baktım, telefonuyla uğraşıyordu. İçerden işletmecinin sesi geliyordu “Bugün Pazar ne ya. Başlatma pazarına! Gel aç şu kilidi!” İşletmeciden kafamı çevirip yeniden ona baktım. O da bana bakıyordu. “Burada niye televizyon yok” dedi. “Ufak işletme ya. Gerek duymamışlar.” dedim. İşletmeci balyozla duvarlara vurmaya başlamıştı.

“Çay içer misin” dedim ona. “İçerim” dedi. Kafamı içeri uzatıp “Abi iki çay” dedim. İşletmeci balyozla şekerlikleri parçalıyordu. Bir an durdu. Çaydanlığın başına gitti. İki çay koyup getirdi. “Yalnız şeker yok. Bugünlerde ülkede şeker sıkıntısı var. Bulamıyoruz,” dedi. Bu karşımdaki insan için problem değildi. Çünkü o zaten çayı şekersiz içerdi. Ama bu benim için bir problemdi; çünkü ben çayı şekerli içerdim. “Bugün ne yapalım?” dedim ona. “Yürüyelim biraz, sonra gün başlayınca buluruz yapacak bir şey” dedi. İşletmeci dükkânın içini komple yıkmıştı. Yanımıza geldi “Bir çay daha içer misiniz?” dedi. “Yok abi, biz kalkacağız dedim.” Bunun üzerine balyozla çaydanlığa doğru ilerleyip bir darbede yerle bir etti. Atletimi giydim. Bu sırada şarapçı tekrar geldi. Bir süre dükkânı izledi. Sonra bize dönüp “Çükümü göstereyim mi?” dedi. “Valla şu an bu yönde bir ihtiyacımız yok. Ama çok istiyorsan gösterebilirsin” dedim. Bana doğru eğildi “Ben boksördüm biliyon mu?” dedi. Çükünü göstermeden uzaklaştı. Masaya iki lira bırakıp kalktık.

Acı ve Titreme

Yolda yürürken ağrı yeniden başladı. Sekiyordum. “Üşüyor musun” dedi titrediğimi görünce. Üşümekten daha ciddi sıkıntılarım vardı o yüzden cevap vermedim. Ceketini çıkarıp bana verdi. O da sırılsıklamdı ama dünyevi şeyler onda bir rahatsızlık yaratmıyordu.“Eve gidelim. Sen böyle dolaşma dışarıda” dedi. Benim evim çok uzaktı. Oraya gidene kadar toplamda üç organ kaybedebilirdim. Onun evine gitmeye karar verdik. Ama bunu yapabilmemiz için annesinin işe gitmesini beklemek zorundaydık. Bunun nedenini bilmiyordum. Ama soracak mecalim de kalmamıştı. Evlerine kadar yürüdük. Eve yakın bir parkta oturup annesinin apartmandan dışarı çıkmasını bekledik. Bakkala gidip sakız, sigara ve gazoz aldı. Sigarasını yaktı. Ben de gazozu açtım. İçip beklemeye başladık. Sonra çantasını açıp iki bere iki tane de güneş gözlüğü çıkardı. “Tanınmayalım” dedi. Gözlükleri ve bereleri taktık. Titreyerek sigara ve gazoz içiyorduk. Sakız teklif etti, kabul etmedim. “Doktor ne diyor?” dedi. “Neyle ilgili?” dedim. “Ağrı işte ya. Bacağın falan” “Ha, o konuyla ilgili bir konuşma geçmedi.” “Ne konuştunuz peki?” “Pek bir şey konuşamadık.” “Neden?” “Doktora gitmedim çünkü.”

Islak ayakkabılarımı çıkarıp, çıplak ayaklarımı kıçımın altına aldım. Bu titrememi biraz durdursa da acıyı artırmıştı. Acı ve titreme dengesini sağlamam gerekiyordu. “Acı ve titreme” dedim kendi kendime. “Korku ve Titreme o” dedi. “Hangisi?” dedim. “Bahsettiğin şey. Korku ve Titreme o.” Cevap vermedim. Uyumak için kafamı onun omzuna doğru yaklaştırdım. Güneş gözlüğünü kafasına doğru kaldırıp bana baktı.” Sen çok titriyorsun ya” dedi. Üstündeki kazağı çıkardı. Sonra benim üstümdeki ceketi çıkardı. Daha sonra kazağı bana giydirdi. Sonra ıslak pantolonumu çıkardı ve ceketi alıp bacaklarımı ve ayağımı örttü. Kafamın altına da çantasını koydu. “Sen bekle hemen geleceğim” dedi.

Kafamda bere, gözümde güneş gözlüğü, üstümde kırmızı kazak, çıplak bacaklarımın üstünde bir ceketle bankta uzanıyordum. Gelip geçen bir iki kişi bana baktı. Sanırım bankta yatan serseri jargonunda yeni bir çığır açmıştım. Üşüyen ellerimi başımın altına koydum. Geri dönmeme ihtimalini düşündüm. Kaçıncı katta oturduklarını biliyordum. Annesini de görsem tanıyabilirdim. Ama eve girmek bir meseleydi. O yüzden bankta yatıp onu bekleme seçeneğimi sonuna kadar kullanmaya karar verdim. Acı ve titremeye rağmen uyumak üzereydim. Bu sırada bir bisikletin üstünde geri döndü. Gözlüğümü kafama çıkarıp yattığım yerden ona baktım. “Eczaneler daha açılmamış. Sana bir şeyler getirecektim.” dedi. “Bisiklet ne alâka?” “Bilmem, yolda duruyordu ben de bindim” Apartmana doğru baktı. “Annem çıkıyor. Kalk kalk” dedi. Hemen doğruldum. Apartmandan bir kadın çıkmıştı gerçekten de. “Niye bu tarafa doğru geliyor. Anne niye buraya doğru geliyorsun?” dedi kendi kendine. Üzerime doğru eğildi. Gözlüğünü çıkardı “Tamam şöyle yapacağız. Eğer annem bizim yanımızdan geçerse öpüşmeye başlayacağız. Sen böyle beremi falan da indir ki tanınmayalım tamam mı?” dedi. Ben de ona “Bak burası Amsterdam değil. Sabahın köründe parkta öpüşen iki erkek emin ol daha çok dikkat çeker.” dedim. Ama bu cümleye nokta konmadan dudaklarıma yapıştı. Öpüşmenin şiddetinden güneş gözlüğüm yere düştü.  Annesi de tam bu sırada yanımızdan geçti. Dönüp bize bakmamıştı bile. Daha çok telefonuyla ilgileniyordu. Öpüşmemiz bitince hızlıca kalktık. Gözlüklerimizi yeniden takıp apartmana girdik. Asansöre bindiğimizde ağzımda kabul etmediğim sakızın tadı vardı.

Çatışma Büyüyecek

Ev sıcaktı. Hemen üstümdekileri çıkardım. “Dur ben sana banyoyu hazırlayayım” dedi. Evi biraz dolaştım. Sadece donla kalmıştım. Titremeye devam ediyordum. Kütüphanesine baktım. Beckett ve Joyce dışında ilgi çekici bir şey yoktu. “Banyo hazır.” dedi içeriden. Banyoya girdim. “Bir şeye ihtiyacın olursa haber ver. Bu arada mesaj attı yoldaymış” dedi. “Tamam” deyip kapıyı kapattım. Donumu çıkarıp küvete girdim. O an evrenin ardındaki zekâya yeniden inandım. Güzel bir dünya olabilirdi burası. Kafamı küvetin kenarında dayayıp gözlerimi kapattım.

Gözlerim açıldığında koridordan sesler geliyordu. “İçeride mi?” diyordu bir kadın sesi. “Evet. Uyumuş küvette. Dokunmadım” “Tamam. Ben bir bakayım. Çok sağ ol onunla ilgilendiğin için” “Ne demek yahu. Güzel vakit geçirdik.”

Camlı kapının ardında gölgesini gördüm. İçeri girdi. Gözlerimi kapatıp uyuyormuş gibi yaptım. Bir süre yanımda dolandı. Sonra elini suya daldırdı. Bir süre sonra da sıcak suyu açtı. Başımı okşayıp seslendi “Uyan canım.” Gözlerimi açtım. Bir süre onu izledim. Üstünde -küçük memelerine rağmen- dekolte diyebileceğimiz kırmızı bir elbise, elinde küçük bir çanta, dudağında da sabahın köründe neden sürüldüğü belli olmayan bir ruj vardı. “Yer aç da yanına geleyim” dedi.  Küvette doğruldum. Üstündekileri çıkarıp küvete girdi. Altında bikini vardı. “Kış günü bikini?” dedim. “Ben yaz kış giyiyorum altıma.” dedi. Uzun uzun baktı bana. “Bacağın nasıl oldu?” “Daha iyi”. Küvetin yanındaki pencereyi açıp sokağa baktı. “Çatışma büyüyecek” dedi. Kafamı uzatıp dışarı baktım. Birkaç tane yeşil takım elbiseli adam vardı. “Galiba öyle olacak” dedim. Pencereyi kapattık. “Seni özledim” dedi. Bana doğru yaklaştı, öpüştük. Biz öpüşürken evin kapısı kırıldı. Banyonun camlı kapısından sadece yeşil renkte üç dört kişi görüyorduk. Olayları daha çok sesler üzerinden takip etmeye çalıştık. “Bisiklet nerede?”  “Gezmek için almıştım. Yemin ederim geri getirecektim. Vurmayın n’olur.”  “Gel buraya. Bisikletin yerini göster. Yürü.”  “Tamam göstereceğim. N’olur vurmayın”

Sonra sesler kesildi. Yeniden pencereyi açıp aşağıya baktık. Yeşil takım elbiseli adamların sayısı bine yaklaşmıştı. Bütün sokağı kaplamışlardı neredeyse. Büyük kalabalık karşıdaki parkın içine doğru yaklaştı. Parkın küçük kapısından yanında bisikletle evinde konuk olduğumuz delikanlı çıktı. “Alın, bisiklet burada. Özür dilerim” dedi. Yeşil takım elbiseliler delikanlıyı alıp bir çöp konteynırına koydular. Kapağını da kapatıp üzerine yan taraftaki inşaattan getirdikleri tuğlaları yerleştirdiler. Yeşil takım elbiselilerden oluşan kalabalık yarıldı. Gülerek bisikletle ilerleyen bir yeşilli geçti aralarından. Kalabalık yavaş yavaş onu takip etmeye başladı. Sağdan sapıp yaklaşık beş dakika içinde gözden kayboldular. İçlerinden biri şapkasını düşürmüştü. Sokağın tam ortasında güneşte parlayan yemyeşil bir şapka duruyordu. Pencereyi kapattık. Beni yeniden öptü. Onu öpmeyi çok özlediğimi fark ettim. Uzun uzun öpüştük. Öperken gözleri hep kapalı olurdu. Dudaklarımdan uzaklaşıp gözlerini açtı. Gözlerime doğru uzun süre baktıktan sonra “Sen sakız mı çiğnemeye başladın?” dedi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder